“‘Αριστερό”… ODA TV: 10 Ενδιαφέροντα Άρθρα!
1.
39 yıl önce virüsü haber mi verdi?
Halit Kakınç yazdı
İç ve dış sosyal medya çalkalanıyor. Konu, tabiatıyla koronavirüsü de haberin ayrıntısı bayağı bir tuhaf.
Ünlü Amerikalı yazar Dean Koontz’u bilirsiniz… Bir kitap yazıyor 40 yıla yakın zaman öncesinde: Karanlığın Gözleri (The Eyes of the Darkness).
Dünya bu kitabı konuşuyor şimdilerde… Çünkü; Koontz, Corona’yı haber veriyor bu çalışmasında. Üstelik çıkış adresi ile birlikte… Hem de 1981 yılında…
Kitap hoş: “Ülke Çin… Wuhan Kenti… Bir virüs çıkıyor ortaya… Askerî laboratuvarlarda biyolojik silah olarak geliştirilen bir virüs söz konusu olan. İnsanları etkiliyor, insan vücudu dışında veya 30 dereceden daha soğuk ortamlarda yaşayamıyor.”
BU KEZ OKUYUCULARINI RUSLAR’A DEĞİL ÇİNLİLER’E YÖNLENDİRİYOR
Korona, Soğuk Savaş döneminde tespit edilen bir virüs çeşidi. Solunum yoluyla bulaşarak ölüme yol açtığı biliniyor o zamanlar da… Ancak, virüsün öldürücü şekilde yayılması 21’inci yüzyılda başlıyor. 2003’te SARS ismiyle Çin’den Asya’ya yayılarak yüzlerce insanı öldürdükten sonra kontrol altına alınıyor. “Arap Baharı”ndan sonra MERS ismiyle Arabistan’da da ortaya çıkıyor.
Dean Koontz, 1981’de yayınlanan Karanlığın Gözleri romanında adeta bugünkü koronavirüsü tanıtıyor. O günkü baskıyı müstear ismi Leigh Nichols ile yapmıştı Koontz. Romanda Sovyet Ruslar’ın Moskova yakınlarındaki Gorki’de biyolojik bir silah geliştirdiği ve adını “Gorki-400” koydukları yazıyordu. Ancak Koontz, 21.yüzyıldaki yeni baskılarda bu kez okuyucularını Ruslar’a değil Çinliler’e yönlendiriyor. “Gorki-400”ün yerini “Wuhan-400” alıyor.
Alın size kitaptan birkaç pasaj:
“…O günlerde, Li Chen isminde Çinli bir bilim adamı ABD’ye iltica etmişti. Elindeki disket kaydında Çin’in 10 yılda ürettiği en ciddi ve tehlikeli yeni biyolojik silah vardı. Bu maddeye, Wuhan şehri yakınındaki gen klonlama laboratuvarında üretildiği için ‘Wuhan-400’ dediler. Bu laboratuvarda üretilen insan yapımı dört yüzüncü mikroorganizma türüydü…
Wuhan-400, muhteşem bir silahtır. Sadece insana zarar verir. Diğer canlılara bulaşmaz. Wuhan-400 de frengi hastalığı gibi canlı insan bedeninin dışına çıktığında bir dakikadan uzun süre yaşayamaz. Wuhan-400’ü taşıyan bir beden öldüğünde bu mikrop da o bedenle birlikte ölür. Ölen cesedin ısısı 30 derecenin altına düştüğünde Wuhan-400 ortadan kaybolur…”
…Çin bir şehri veya ülkeyi ortadan kaldırmak istediğinde Wuhan-400’ü kullanabilir ve sonrasında ele geçirdiği yerleri dezenfekte için ayrıca mücadele vermek zorunda kalmaz.”
ZAMANSAL BİR DURUGÖRÜ MÜ GİZLİ BİR ENFORMASYON MU
Zamansal durugörü (prekognitif ve postkognitif) diye bir alan vardır parapsikolojide. Geçmiş veya gelecekteki olayları algılama ile ilgili örnekleri inceler.
Ben ilgilenirim parapsikoloji ile. Benim için hurafe değil, fringe science – henüz bilim olmayan bilim adayıdır.
Laboratuar çatısı altında tekrarlanamadığı, aynı koşullar yinelenemediği için işi çok zordur parapsikolojinin.
Palavralar, kör inançlar bolcadır bu araştırmalarda.
Koontz ve Corona, durugörü filan değil bence.
Son derece somut bir veri.
O günler için olası, bugünler için olgu.
Dean Koontz, o zaman için gizli olan… Daha sonra fiiliyata geçen-geçirilen bir istihbarat örneğinin ifşaatçısı gibi geliyor bana.
Halit Kakınç
Odatv.com
2.
Rafael Sadi
1948’den bu yana hayatını kaybeden 704 MOSSAD ajanının tüm bilgileri yayınlandı
Rafael Sadi İsrail’den yazdı
Milli İstihbarat şehitleri ülke savunmasında istihbarat bilgisi toplamak için hayatlarını tehlikeye attılar, canlarını verdiler. Bu uğurda yapılan çabaların hiç biri ödenemez. Ölümlerinden sonra bile isimlerinin yayınlanmaması sanki hiç var olmamışlarcasına üzerinin örtülmesi ne kadar doğrudur tartışılabilir.
Tabii ki gizli operasyonlarda yer almış bu nadide insanlarımızın görev süresince güvenlikleri sebebi ile kimliklerini, görevlerini hatta görev yerlerinin de gizli kalması en azından milli ve MİT mensuplarının şahsi güvenlikleri açısından önemlidir. Hatta ailelerinin güvenlikleri için de çok önemlidir. Ama ölümlerinden sonra bu insanlara gereken saygı ve onuru teslim etmek zorundayız.
Yaptıkları iş ayıplı bir iş değildi, aksine yüce ve milli bir görevdi.
1948’DEN BU YANA 704 MOSSAD AJANININ İSMİ ALENEN YAZILI OLARAK SİTEDE DURUYOR
Konuyu başka ülkelerde nasıl diye incelerken, İsrail Milli İstihbarat teşkilatı ve sitesini inceledim. MOSSAD ve diğer İstihbarat kurumlarının 1948’den itibaren ülke savunmasında istihbarat görevi yaparken hayatını kaybedenlerin sayısının 704 kişi olduğu alenen belirtiliyor ve 704 kişinin isim listesi ile bir çoklarının resimleri ve hayat hikayeleri destansı bir şekilde yazıyor.
Web sitesinin görüntüsü ve adresi şöyle:
(https://www.izkor.gov.il/en_ffb9c39ff8f2504594b616701507255a)
Evet…
Site İbranice ancak günümüzde evinizdeki bilgisayarın sağ düğmesindeki tercüme et ifadesine bastığınızda, istediğiniz lisana tercüme etme imkanı mevcuttur. Doğru tercümeler çok ustaca değilse de konuyu anlayabilirsiniz.
Sitenin adı; İZKOR, yani ”HATIRLA.”
Şehitlerimizi hatırlamak her ülke için aslında MİLLİ bir görevdir. Dini inançlarına bağlı olanlarımız için ise de dini bir gerekliliktir de.
Bu yüce insanlarımızın isimlerini zikretmesek nasıl hatırlayacağız ki?
Hatırla sitesindeki liste isimlerinin üzerine tıkladığımızda istihbarat şehidinin resmi sayfasına giriliyor. Sözkonusu kişinin açık ismi soyadı, resmi ve doğuşundan görev esnasında düştüğü ve defnedildiği yere kadar detaylı olarak anlatılıyor.
Aynı sayfada ise defin yeri ve haritaları resimleri ile yayında. Aşağıdaki resimler de şehit mezarlıkları ile anıtlarının fotografları yer alıyor. Her bir anıtta da bütün şehitlerin isimleri yer alıyor.
İstihbarat şehidinin sayfası bu şekilde görünüyor. Resmi adı rütbesi ve ne zaman hayatını kaybettiği, mezar yeri belirtiliyor.
İSTİHBARAT GÖREVLİSİ ÖLDÜKTEN SONRA GİZLİLİK KAYBOLUR
Demem şu ki; istihbarat görevlisinin ölümünden sonra gizlilik kavramının anlamını yitirdiğini ve o andan sonra bütün ulusun evladı olduğudur. Ben bu ifadeleri, hukuki yönden değil kalbimizdeki yerlerini ifade edebilmek uğruna yazıyorum.
Cenaze merasimine devlet yetkililerinin katıldığı bir evladımızın haberi nedeni ile başka iki evladımızın hapsedilmesindeki çelişki beni de en az sizler kadar rahatsız ediyor. Bu olaydaki hukuki yanlışın düzeltileceğinden de adım gibi eminim. Kimse BARIŞLARIN hapsinden ailelerinden uzakta bir gece bile geçirmesine razı olamaz.
Sevgiler Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan…
Rafael Sadi / Tel Aviv
Odatv.com
3.
40 yıllık büyük yalanın sonucu… Yeni bir döneme giriyoruz
İsteseler de istemeseler de, şirketler dünyasının, özellikle uluslararası mali sermayenin dolduruşuyla, insanları değil şirketleri ayakta tutmaya dayalı politikalarla, yaşanan onca sıkıntıya karşın halen toplumları uyutabileceğini sananların tasfiye olacağı yeni bir döneme giriyoruz.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2019 Aralık ayı işsizlik rakamlarını yayınlandı. Sonuçlar beklenildiği gibi. İşsizlik artarken, istihdam oranı 0,7 puanlık azalış ile yüzde 44,7 oldu. Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 92 bin kişi artarak 4 milyon 394 bin kişi olurken, işsizlik oranı 0,2 puanlık artış ile yüzde 13,7 seviyesinde gerçekleşti.
İşsizlik rakamları, yine TÜİK tarafından, 2019 yılının 4. çeyreğine ilişkin olarak 28 Şubat Cuma günü açıklanan yüzde 6’lık “mucize” büyüme rakamının istihdam yaratmadığını net bir şekilde ortaya çıkardı. Yüzde 6’lık büyümenin, yalnızca geçici bir iyileşme algısı yaratma amacıyla, ekonominin genel dengelerini daha da zorlama pahasına, kredi/borç ve tüketimle sağlanan, sağlıksız bir büyüme olduğu, Aralık ayına ilişkin olarak yayınlanan işsizlik rakamlarıyla tescil edilmiş oldu.
40 YILLIK BÜYÜK YALANIN SONUCU
Yaşananlar, “tasarruf açığımız var dolayısıyla borçlanmaktan, kamu varlıklarını satmaktan başka çaremiz yok” denilerek toplum gözünde meşrulaştırılmaya çalışılan 40 yıllık bir büyük yalanın sonucunda gelinen noktayı son derece net bir şekilde ortaya koyuyor.
Her ne kadar kabul etmekte zorlanılsa da, hovardaca borçlanıp, hovardaca tüketmeye, borç parayla ödünç refah yaşayıp, bunu marifet saydığımız 40 küsur yıllık sanal bolluk dönemi bitmiş durumda. Bırakın 2008 krizinden bu yana yaşananları, sadece son bir yılda ticaret savaşlarıyla başlayıp, petrol fiyatlarındaki “akıl almaz indirimlerle” yeni bir boyut kazanan sürece bakarak dahi geleceğin hiç de parlak olmadığını görmek mümkün.
Bu nokta da, T.C. Merkez Bankası (TCMB) tarafından, 7 Mart 2020’de, tüketime yönelik kredi arzını azaltmak amacıyla zorunlu karşılık düzenlemesinde yapılan değişikliğin yeterli olmasa da, önemli olduğunu düşünüyorum. Söz konusu düzenlemenin, “Yeni uygulamanın, kredi arzının tüketimden ziyade sürdürülebilir büyümeyi destekleyecek verimli ve üretim odaklı sektörlere yönlendirilmesine, cari işlemler dengesinin olumlu etkilenmesine ve finansal istikrarın desteklenmesine katkı sağlayacağı değerlendirilmektedir” denilerek kamuoyuyla paylaşılması, banka yönetiminin de, bu tür büyümenin sürdürülebilirliği konusunda ciddi kuşkuları olduğunu ortaya koyuyor.
Ortaya koyuyor koymasına ancak, gelinen aşamada sorun, sadece Merkez Bankalarının finans sektörüne ilişkin düzenlemeleriyle hallolacak seviyeyi çoktan aşmış durumda. Piyasacıların sürekli hükümetleri göreve çağırması, artık merkez bankaları eliyle yapılan/yapılacak düzenlemelerle gidilecek yer kalmadığını, hükümetlerin şirketleri maddi açıdan destekleyerek ayakta kalmalarını sağlaması gerektiğini söylemeleri bu yüzden. Avrupa Merkez bankası (AMB) Başkanı Christine Lagarde’ın, virüsün ekonomiyi yavaşlatıcı etkisine dikkat çekerek, “Hükümetler, kurumlar vaktinde adım atmalı, maliye politikası alanında eş güdümlü tedbirler gerekiyor” demesi bu genel talebin, üst düzey yetkili bir ağızdan tekrarlanması yalnızca.
Hiç kıvırtmaya, eveleyip gevelemeye gerek yok. Kendilerini nasıl tanımladıklarından -sağcı, solcu, liberal, milliyetçi, muhafazakar- bağımsız olarak, siyaset kurumu farkında olmasa ya da farkında olmasına karşın farkında değilmiş gibi davransa da, özellikle son 40 küsur yılda kendi sorumsuzluklarının sonucu olan gerçekler, acı yüzünü bütün açıklığıyla dayatıyor.
Kendi sorumluluklarını, küresel mali sermayeyle iyi geçinip, ülkeye para/borç akışının aksamamasını sağlamakla kısıtlı gören, bütünüyle keyfi bir şekilde kullanılan kamusal fonlarla, sosyal yardım adı altında yoksulları siyasi erkin keyfiliğine bağımlı kılarak siyasi geleceğini garanti almaya çalışan siyasetçiler eliyle gidilebilecek fazla bir yol kalmamış durumda.
İsteseler de istemeseler de, şirketler dünyasının, özellikle uluslararası mali sermayenin dolduruşuyla, insanları değil şirketleri ayakta tutmaya dayalı politikalarla, yaşanan onca sıkıntıya karşın halen toplumları uyutabileceğini sananların tasfiye olacağı yeni bir döneme giriyoruz. Farklı bir şekilde, günlük siyasi kaygıları bir yana bırakarak sorunun nedenini ve çözüme ilişkin gerçekçi, muhtemelen acı reçeteyi, siyasi riskleri göze alarak açıkça toplumla paylaşanların öne çıkacağı bir döneme girdiğimizi söylemek de mümkün.
En azından benim umudum bu yönde.
Ahmet Müfit
Odatv.com
Milli Ordunun sonu nasıl ilan edildi
Nejat Eslen yazdı
Dün mahalle bakkalına uğradım. Yirmi senedir tanırım kendisini. Koyu AKP’li, koyu Reisçidir.
“Gördün mü dedi” bana, “Artık hiçbir şey senin zamanındaki gibi değil. Senin zamanındaki gibi paşalar yok artık. Paşalık artık senin zamanındaki gibi değil.”
Bunları söylerken çok mutlu görünüyordu, devam etti; “Bütün paşalar maaşlı devlet memuru artık…”
“Hiçbirinin sesi çıkmıyor gördün mü? Çünkü, onlar maaşlı devlet memuru artık…”
Aklımdan hızla Genelkurmay Başkanı geçti, Kuvvet komutanları, orgeneraller, korgeneraller, tümgeneraller, tuğgeneraller, bütün amiraller geçti…
Demek hepsi maaşlı devlet memuru idi… Onun için sesleri çıkmıyordu… Bu nedenle bizim mahallenin Reisçi bakkalı çok mutluydu…
Mahalle bakkalının söyledikleri bende şok etkisi yaptı. Tepki göstermek istedim. Tepki gösterecektim, sonra vazgeçtim. “Anlamalıyım” dedim içimden bakkalın ne demek istediğini.
Sordum ona; “Ya Suriye’deki şehitler?”
Cevabı kahrediciydi; “Onlar da maaşlı devlet memuru” dedi.
“Onlar maaşlı devlet memuru oldukları için Suriye’ye gittiler”
“Onlar devletten maaş aldıkları için bunun bedelini ödediler ve öldüler…”
“Onların işi bu, onlar da maaşlı devlet memuru, onlar bunu kendileri istediler, aldıkları maaşın bedelini ödediler ve öldüler, maaşlı devlet memuru oldukları için öldüler…”
Mahalle bakkalının profesyonel asker anlayışı idi belki de bu!
Anladığıma göre, onun için toplumda bir iş bölümü vardı, o bakkaldı, işi buydu, işi ticaret yapıp para kazanmaktı.
Profesyonel askerin tercihi ise devlet memuru olarak maaş karşılığı askerlik yapmak, savaşmak ve aldığı paranın bedeli olarak gerektiğinde ölmekti.
Vatan savunması gerektiğinde de bu iş bölümü böyle devam edecekti. Bakkal, ticaret yaparak para kazanmaya, devlet memuru profesyonel asker ise savaşmaya, aldığı paranın bedeli olarak ölmeye devam edecekti. Bakkalı mutlu eden işte bu iş bölümü idi.
Bizim mahalle bakkalının Türk ordusunun generalleri ve Suriye’deki şehitler hakkındaki düşünceleri ve tespitleri buydu ve bunları ifade ederken de nedense mutluydu.
Mahallenin bakkalı aslında Milli Ordunun sonunu ilan ediyordu.
İŞTE MİLLİ ORDUNUN SONU BUYDU
Bu anlayışa göre demek ki Türkiye’de parası olanlar bedelli askerlik yapacak, iş bulamayan çaresizler ise uzman asker, yani maaşlı devlet memuru asker olacak; maaşlı devlet memuru generalin emrinde görev yapacak ve bu durum kendi tercihi olduğu için gerekirse aldığı maaşın bedelini ödeyerek ölecekti… İşte Milli Ordunun sonu buydu.
Avrupa Birliği de bunu istemişti.
Milli Ordunun sona erdirilmesi süreci, askeri vesayetin sona erdirilmesi maskesi ile gizlenmişti.
Milli Ordudan yoksun Türkiye’nin bekasını, çok cepheli veya topyekûn bir savaşta, maaşlı devlet memuru askerlerle nasıl garanti edeceğini düşünmemiz gerekir.
SON SÖZ
Hasip Sarıgöz’ün “Mehmetçiğin kendi hekimlerine ne oldu” başlıklı yazısını lütfen okuyun.
Barış’a selam.
Nejat Eslen
Odatv.com
5.
Hrant Dink cinayetinin sanığı öldürüldü
Gazeteci Hrant Dink cinayetinde olay yerinde olduğu iddiasıyla tutuklandıktan sonra dava sürecinde tahliye olan emekli jandarma istihbaratçı astsubay Şeref Ateş, Düzce’de otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda yaşamını yitirdi.
Gazeteci Hrant Dink cinayetinde olay yerinde olduğu iddiasıyla tutuklandıktan sonra dava sürecinde tahliye olan emekli jandarma istihbaratçı astsubay Şeref Ateş, Düzce’de otomobilinde uğradığı silahlı saldırıda yaşamını yitirdi. Şeref Ateş’i öldürdüğü iddia edilen 3 kişi tutuklandı.
Olay, gece saatlerinde, Kuzey Çevre Yolu Çavuşlar Mahallesi mevkiinde meydana geldi. Şeref Ateş, yönetimindeki 81 DE 868 plakalı otomobille ilerlerken, yanına yaklaşan beyaz bir otomobilden ateş açıldı. Saldırganlar hızla olay yerinden uzaklaşırken, yoldan geçen sürücüler, polis ve sağlık ekiplerine haber verdi. İhbar üzerine olay yerine sevk edilen sağlık ekibi, aracında kanlar içinde, hareketsiz bulunan Şeref Ateş’in hayatını kaybettiğini belirledi.
Yapılan incelemenin ardından Şeref Ateş’in cansız bedeni, otopsi yapılmak üzere morga kaldırıldı. Polis, saldırganların yakalanması için çalışma başlattı.
ATEŞ, 2017’DE TAHLİYE EDİLMİŞTİ
Düzce’de oturan Şeref Ateş’in, Dink cinayetinin planlaması ve uygulanması için Dink’in evinin bulunduğu ve sahibi olduğu Beyaz Adam Yayıncılık işyeri çevresinde keşif faaliyetinde bulunan kişilerle irtibat halinde olduğu, askeri hiyerarşik yapıda üst rütbede görev yapan kişilerin Ateş’e ‘Abi’ dediği iddia edilmişti. Savcılık da bu durumu FETÖ içinde yasal hiyerarşi dışında örgütsel bir yapılanma ve örgüt içerisinde bulunduklarını teyit eder nitelikte olduğu değerlendirmesinde bulunmuştu. Mahkeme heyeti 2016’da tutuklanan Ateş’in, 2017’de görülen duruşmada tahliyesine karar verdi. Heyet tahliyeyi, “HTS kayıtlarındaki baz bilgilerinin cinayet tarihi, saati ve yeriyle örtüşmemesine, Adli Tıp Kurumu’ndan gönderilen 10 Ekim 2017 tarihli raporda, ‘olay mahallinde (Şişli) olduğu iddia edilen kişilere ait görüntülerin sanıklarla uyuşmadığı’ bilgisinin yer almasına ve tutuklu kaldıkları süreye” göre kararlaştırdı.
Odatv.com
6.
Saray’ın kara kedisi
Odatv Haber Müdürü ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu, Cumhuriyet gazetesindeki bugünkü yazısında Rusya ilişkilerini değerlendirdi.
Odatv Haber Müdürü ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu, Cumhuriyet gazetesindeki bugünkü yazısında Rusya ilişkilerini değerlendirdi.
Barış Terkoğlu, cezaevinden kaleme aldığı yazısında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Putin’le arasına “kara kedi” girdiğini ifade eden sözlerinden yola çıkarak Cumhurbaşkanlığı’ndaki Rusya mesajlarını hatırlattı.
İşte o yazı…
Asır ile yüzyıl aynı şey mi? Biliyorum, eşanlamlı kullanılıyor. Ancak asır bir niteliği; yüzyıl, adı üzerinde bir niceliği anlatıyor gibi. Tarihçi Eric Hobsbawn, 20. asrı 1914 ile başlatıyor ve 1990 ile sonlandırıyordu. “Kısa 20. yüzyıl” diyordu. Demek saatimizle ölçtüğümüz ile içeriğini doldurduğumuz zaman, farklı şeyler ifade ediyor.
İdlib ateşkesini tutuklandıktan bir gün sonra öğrendim. Meşhur fotoğrafta bizim heyetin ayakta dizilmesinden önce Berat Albayrak’ın ve İbrahim Kalın’ın ellerini önde kavuşturmuş hali dikkatimi çekti. Benim de hep bu pozu vermemi istiyorlardı. Ben ise bileğime kelepçe takılacağı an hariç buna izin vermiyordum. İronik ama hem Albayrak’ın hem Kalın’ın duruşu tesadüf mü?
SAVAŞ, İRADEYİ TESLİM ALMAKTIR
“Uzun Şubat Harbi” diyebilir miyiz? Bu yıl 29 gün çeken şubatın başlangıcını geriye aldık, sonunu ise marta sarkıttık. “Uzun Şubat” kısmı böyle. Ya harp? Açık söylemesek de elbette Rusya ile savaştık. Yenildik mi? Bu, savaştan ne anladığımıza bağlı.
Savaş, insan öldürmek değildir. Elbette harpte insan ölür, yaralanır, yıkım olur. Ancak bundan ibaret olsaydı, biz tarihimizde daha çok öldüğümüz, daha çok yıkıldığımız savaşları kazanmış sayılmazdık.
Peki, öyleyse galibiyet nedir?
Kuşkusuz, savaşı kazanmak “karşı tarafın iradesini teslim almak”tan başka bir şey değildir. Bir taraf “eller yukarı” ya da “eller aşağı” yapıyorsa; bu, karşının iradesine teslim olduğunun işaretidir.
SETA’NIN ŞUBAT DOKTRİNİ
Erdoğan, 29 Ocak 2020’de Afrika’dan gelirken “Rusya, Astana ve Soçi’ye sadık değil” diyerek ilk adımı attı. 31 Ocak’ta ise İdlib’de Rusya-Suriye operasyonlarına “seyirci kalmayacaklarını” ve askeri güç kullanabileceklerini söyledi.
Böylece savaşın iki temel parçası, düşman ve güç ortaya çıkmış oldu. 1 Şubat’ta yeni politikanın sahipleri ya da akıl vericileri belirdi. Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Politikalar Kurulu Üyesi Burhanettin Duran Sabah’ta daha da önemlisi SETA’nın yayın organı Kriter’de aynı vurguyu yapan iki makale yazdı. Rusya’nın ateşkesi ihlal ettiğini iddia ediyor, “Ankara ve Moskova’nın ayrışma içerisinde olduğunu” söylüyordu. “Ankara’nın sabrı taşıyor”, “yeni bir politika arayışı devre” diyerek meydan okuyan Duran, “askeri güç kullanımının seçenekler arasında” olduğunu anlatıyordu.
PEKİ, BU KADAR MI?
Burhanettin Duran’ın Cumhurbaşkanlığı’ndaki görevini yanında SETA’nın beyinlerinden olduğu, iktidar içindeki Pelikan grubunun SETA’yla adının birlikte anıldığını söyleyip devam edelim. Duran, Rusya’ya karşı açılan cephede Türkiye’ye yeni bir eksen tarif ediyordu. Rusya ve Suriye’nin Avrupa demokrasilerini de tehdit ettiğini söyleyen Duran, ABD ve AB’nin Türkiye’nin yanında Rusya’ya karşı harekete geçme çağrısında bulunuyordu. En önemlisi, “Rusya’yı dengeleme yükünü sadece Ankara kaldıramaz, denge çöktüğünde Avrupa da ciddi zarar görür” diyordu. Demek Rusya ile müttefikten çok, onun tahteravallideki dengeleyicisiydik.
Duran’dan sonra Pelikancılar-SETA’cılar aynı doktrini ete kemiğe büründürdü. Birkaç hafta önce ABD’nin Kasım Süleymani’yi vurmasına kadeh kaldırırken, bu kez Türkiye’yi Washington eksenine oturtacak açılımı savunuyorlardı.
ŞUBAT DOKTRİNİ’NİN SONU
Beklenen oldu. Türkiye, Suriye’de askeri varlığını hızla artırdı. Bu “uzun Şubat”ta ÖSO eliyle, TSK desteğiyle Erdoğan’ın gösterdiği SETA’cıların anlattığı işi yapmaya çalıştı: İdlib’de terör örgütleriyle savaşan Rusya-Suriye’yi durdurmak, ele geçirdiği topraklardan çekilmesini sağlamak.
Uzun Şubat’ta ilan edilmemiş bir savaştaydık. Önde ÖSO, ardında Türk askeri harp ediyordu. Karşımızda tartışmasız Rusya vardı. Harbin sonunda kaç ÖSO’cu öldü, bilmiyoruz. Ama resmi açıklamaya göre süreç Türkiye’nin 59 şehit vermesine neden oldu.
SETA’nın çizdiği politika bir fizik kuralına dayanıyordu. Momentum diyoruz. İki nesne birbiriyle çarpışıp ayrılıyor. İtme, çekme yaratıyor. Moskova ile çarpışan Türkiye, hesapta ABD-AB eksenine savrulacaktı. Öte yandan Rusya’yı tehdit sayan ABD-AB de bizimle İdlib’de buluşacaktı.
Üstelik bu eski bir Osmanlı politikasıydı. Biz Florance Nightingale adındaki hemşirenin adını taşıyan bir hastanemiz olmasını, 19. yüzyılda Rusya’ya karşı Avrupa’yı kendimize müttefik edebildiğimiz savaşa borçluyduk. Ama bu kez olmadı. Ne kimse İdlib’e asker gönderdi, ne hava savunma sistemleri geldi, ne de Rusya’ya karşı somut adım atıldı. Bu öyle garip bir politikaydı ki, öğrendiğime göre sudan bir bahaneyle Sputnik Türkiye’yi basanlar, Rusya’nın resmi temsilcisi olan yayını fiilen kapatacak adımı atmaya bile çalıştı. O da olmadı. SETA’nın politikası ameliyat masasında kaldı.
SARAY’IN KARA KEDİSİ
İyi ki ateşkes oldu. İyi ki daha çok halk çocuğunu ölüme yollayacak politika sürdürülemedi. İyi ki cihatçıların yanına itilen Türkiye, İdlib’deki örgütlere cephe olmak durumunda kaldı. İyi ki Devlet Bahçeli silahını alıp “ayı avına” gitmek zorunda kalmadı.
Savaş olmamasına sevinilir. Şubat Harbi’nin bitmesinin uzun vadede kazananı İdlib’de olmamıza ikna olmayan Türk halkıdır. Peki, teslim olan? SETA’nın siyasi patronu Berat Albayrak’ın ve SETA’nın yaratıcılarından İbrahim Kalın’ın “ellerim bomboş” pozundan söz etmiş miydim?
Tutuklandıktan sonra ilk kez cumartesi gazetelere kavuştum. Hemen merakla savaş borusu çalan Burhanettin Duran şimdi ne yazmış diye baktım. “Ankara ve Moskova arasında ‘kopuş’ bekleyenlere bu fırsat verilmedi” diyordu. Önceki yazdıklarını unutmuş gibiydi. Aklının nerede kaldığını ve “krizin yeniden gelme ihtimaline karşı Batı beklentileriyle müzakere devam etmeli” ifadeleri özetliyordu.
Uzun Şubat Harbi’nde kaybettiğimiz halk çocuklarını yüreğimize gömdük. Anıları acılarımızı artırdığı kadar farkındalığımızı da artırsın. Böylece Rusya ile aramızı bozan “kara kedi”nin yavrularının Saray’ın koltuklarında oturduğunu görelim.
Odatv.com
7.
Osman Gökçek FETÖ’cü polisleri koruyor
15 Temmuz’da tankın içinden çıktı…
Gökçeklere ait Beyaz TV kanalında, günlerdir gerçek dışı yalanlar ile Odatv hedef alınıyor.
FETÖ ile ilişkileri AKP içinde de eleştirilere neden olan, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin de hakkında “ihaleye fesat karıştırma” gibi birçok usulsüzlükler gerekçesiyle suç duyurusunda bulunduğu Melih Gökçek’in oğlu Osman Gökçek, Odatv’nin Gezi döneminde polislere “katil” dediği yönünde ifadeler kullandı.
Peki Osman Gökçek’in Gezi döneminde savunduğu polisler kim?
Odatv bunu defalarca yazdı. Hatta hükümete yakınlığıyla bilinen Sabah gazetesi dahi Gezi’deki polis müdürlerinin FETÖ geçmişinden söz etti.
Tüm bunların bilinmesine rağmen Osman Gökçek’in Gezi sürecindeki FETÖ’cü polislere destek olması dikkat çekiyor.
Yıl 2013…
Dönemin İstanbul Güvenlik Şube Müdür Yardımcısı Mithat Aynacı: Gezi’de eylemcilere saldırıyı kışkırtan polis müdürlerindendi. 15 Temmuz gecesi İstanbul Emniyeti’ni işgale giden tankın içinden çıktı. “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya çalışmak” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse çarptırıldı.
Dönemin İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Ramazan Emekli: Zabıtalara Gezi Parkı’ndaki çadırların yakılması talimatını verdi. Gezi Parkı’nı biber gazına boğan isimdi. Bu kapsamda “görevi kötüye kullanmak” ve “genel güvenliği kasten tehlikeye sokmak” suçlarından 10 ay hapse çarptırıldı. ByLock kullanıcısı olduğu tespit edildi.
Dönemin İstanbul Güvenlik Şube Müdürü Yunus Dolar: Gezi eylemcilerine saldırı talimatı verdi. 15 Temmuz’dan sonra yakalanınca itirafçı oldu. İlker Başbuğ başta olmak üzere pek çok ismi, elebaşı Fetullah Gülen’in talimatıyla tutukladıklarını söyledi.
Bitmedi…
Ercan Orhan Aydın, Gezi eylemleri sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdürlüğünde Ekipler Amiri olarak Başkomiser rütbesinde bulunduğunu söylemişti. Gezi davasında da tanık olmuştu. İstanbul Emniyeti’ndeki görevinden sonra Sivas’ın Hafik ilçesine atandı ve orada FETÖ’den tutuklandı. Aydın, etkin pişmanlıktan yararlanmak istediğini söylemişti.
Diğer isim Hasan Gül… Hasan Gül, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube Müdür Yardımcısıydı. 5 Ekim 2016’da FETÖ gerekçesiyle açığa alınan 12 bin 801 polis arasında bulunuyor.
Liste uzun…
HÜKÜMET MEDYASI DAHİ KABUL ETMİŞTİ
1 Haziran 2017 tarihli Sabah Gazetesi:
“Olayların fitilini ateşleyen Gezi Parkı’ndaki çadırların yakılması talimatını, zabıtaya FETÖ’cü emniyet müdürü Ramazan Emekli verdi. Gezi sürecinde, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı olarak görev yapan ve orantısız güç uygulamakla suçlanan Mithat Aynacı da 15 Temmuz darbe girişimi sırasında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nü işgale giden darbecilerin tankı içinde askeri kamuflajlı kıyafetle yakalandı. Gezi olayları sırasında Eskişehir’de darp edilerek hayatını kaybeden üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüne ilişkin güvenlik kamera görüntülerini FETÖ’cü istihbarat polis amirinin sildirdiği açığa çıktı. Gezi olayları sırasında Güvenlik Şube Müdürü olan Yunus Dolar 15 Temmuz sonrası FETÖ ile ilişkisi nedeniyle KHK ile ihraç edildi.”
13 Aralık 2016 tarihli Sabah Gazetesi:
“Futbol camiasını kontrol altına almayı da hedefleyen örgüt (FETÖ), Kadıköy Şükrü Saracoğlu Stadı’nda oynanan ve beraberlikle biten maç sonrasında hiçbir gerekçe yokken stattan çıkmaya çalışan Fenerbahçe taraftarına biber gazı ve tazyikli su sıktı. Soyunma odası koridorlarına kadar gaz sıkıldı. Sokakların savaş alanına döndüğü, polis araçlarının ters çevrilip yakıldığı ve birçok işyeri ve mekânın zarar gördüğü olaylar sonrasında FB 6 maç seyircisiz oynama ve para cezası aldı. Olayların fitilini ateşleyen, dönemin Çevik Kuvvet’ten Sorumlu İl Emniyet Müdür Yardımcısı Avcu ile Çevik Kuvvet Şube Müdürü Muhammet Fatih Sarıyıldız’dı. O dönem Çevik Kuvvet’te görevli polislerin iddiasına göre; maç öncesinde ‘Elde ne varsa hepsini sıkın’ diyerek polisi maç öncesi şartlandırdı. Bu olaylar, örgüt tarafından Gezi olaylarının altyapısı olarak planlandı. Avcu ve Sarıyıldız, 17-25 Aralık darbe girişimi sonrası FETÖ soruşturmaları kapsamında açığa alınıp, FETÖ üyeliğinden meslekten ihraç edildi. Avcu, Gezi olayları sırasında da Çevik Kuvvet’in başındaki isimdi. Avcu, Gezi olaylarındaki orantısız müdahalelerin emrini verdiği gerekçesiyle soruşturma dosyalarına girdi.”
Evet…
Gezi’deki FETÖ’cü polislere ilişkin yıllardır haber yapılıyor, yazılıyor.
Tüm bunlara karşın Melih Gökçek’in oğlu Osman Gökçek’in Beyaz TV ekranlarında, yargı kararıyla da FETÖ’cü olduğu ortaya çıkan o günün polislerine “polisimiz” diyerek sahiplenmesi dikkat çekiyor.
Odatv.com
Ve Babacan sahneye çıktı
Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) Genel Başkanı Ali Babacan, partisinin tanıtım toplantısında konuştu.
Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) Genel Başkanı Ali Babacan, partisinin tanıtım toplantısında konuştu.
Babacan’ın kurduğu partinin tanıtım toplantısı, 2001 yılında AKP’nin kurulduğu Bilkent Otel’de yapıldı. Sabahın erken saatlerinde hazırlık komitesi Bilkent Otel’de yerini alırken Ali Babacan, Bilkent Otel’de davul zurnayla karşılandı.
PARTİNİN AMBLEMİ BELLİ OLDU
DEVA Partisi’nin amblemi de belli oldu. Su damlasının içerisinde filizlenen bir fidan yer alıyor. Lacivert renkli amblemin zemini turkuaz. Amblemin anlamının umudu temsil ettiği ifade edildi.
Ali Babacan’ın açıklamalarında öne çıkan kısımlar şöyle:
“Hepimizi gönlü biraz buruk. Ülkemizin her alanda sürekli zemin kaybetmesi yüreklerimizi dağlıyor. Bu ülkenin insanı son birkaç yıldır çok üzüldü, her şeyi elinden alındı ama sabretti. Artık geldik buradayız. Bu üzüntülerin daha da büyümesine izin vermeyeceğiz.
Ülkemizde hukuk sürekli örseleniyor, adalet yaralı, demokrasimiz zayıf. Halkımız ne kadar haykırsa da sesini duyuramıyor. Keşke ülkede şartlar biraz daha normal olsaydı ve bize destek veren arkadaşlarımızın hepsi açıkça burada olsaydı. Gönüller bizimle beraber, onu biliyoruz”
“BİZİM İÇİN SİYASET…”
Değişim ve yenilenme talebine kulak verdik. Kendini yenileyemeyen, halkımızın ihtiyaçlarına duyarsız kalmış bir siyaset anlayışıyla Türkiye’nin devam etmesi mümkün değildir. Vakit yenilenme vaktidir. Türkiyemizin devası buradadır. Bizim için siyaset nedir? Dürüstlüğün ve erdemin her koşulda hakim değer olmasıdır.
Herkesin insan onuruna yakışır şekilde yaşamaması demektir. Tek bir vatandaşımızın bile kendisini dışlanmış hissetmemesidir. İnsan varsa devlet vardır anlayışıdır. Bizim için siyaset, başta kadınlar olmak üzere, tüm insanların zgürlğü, çocuklarımızın iyi bir eğitim almasıdır. Sosyal adaletin temin edilmesi, kuvvetler ayrılığı esasına ve hukukun üstünlüğüne dayanan çoğulcu demokrasinin inşa edilmesidir. Bizim için siyaset çok çalışmaktır, dosdoğru çalışmaktır.”
EN FAZLA 10 YIL GÖREV YAPACAK
Açıklanan tüzükte partinin genel başkanının görevini en çok 10 yıl yapabileceği belirtildi. Tüzükte partinin Cumhurbaşkanı adayının ön seçim, aday yoklaması veya merkez yoklaması usullerinden biriyle tespit edileceği ifade ediliyor.
ŞEFFAFLIK VURGUSU YAPILDI
“Şeffaflık, hesap verebilirlik, dürüstlük, çoğulculuk, katılımcılık, kurumsallaşma, her alanda liyakatı esas alma, işi ehline verme, istişareye ve ortak akla dayalı yönetim, vatandaşlarımız arasında hiçbir ayrım yapmama, her koşulda gelişmiş bir demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü savunma, toplumun değerlerine, ihtiyaç ve taleplerine duyarlı olma, kendini değerlendirmede tevazu ve ahlakı temel alma, politika uygulamalarında tutarlılık, öngörülebilirlik ve bütüncül yaklaşımı esas alma ilkelerine bağlı kalacaktır.”
“ANADİL HAKKI KAPSAMINDA…”
“Resmi ve ortak dilimiz olan Türkçenin iyi öğretilmesi esas olmakla birlikte anadile ilişkin talepleri, vatandaşlarımızın kültürel farklılıklarının tanınması, temel bir insan hakkı ve pedagojik bir gereklilik olarak ele alıyoruz. Bu itibarla, anadil hakkı kapsamında bütün vatandaşlarımızın anadillerini kullanmaları ve geliştirmeleri için gerekli düzenlemeleri yapmayı hedefliyoruz.”
BEDELLİ VE ZORUNLU ASKERLİK
“Öncelik kritik ihtisasa sahip personelde olacak şekilde personel mevcudunu nicelik ve nitelik yönünden güçlendirmeye devam edeceğiz. Partimiz, toplumda adalet duygusunu zedeleyen zorunlu ve bedelli askerliğin bir arada uygulanmasını sona erdirerek profesyonel orduya geçilmesini hedeflemektedir.
Savunma Sanayimizi, özel sektörün önünü açacak ve sektörde adil rekabeti sağlayacak bir planlama ve yönetim anlayışıyla daha ileri noktalara taşıyacağız. Büyük tedarik projelerini, kuvvet yapısı ve kuvvet planlamasını bozmayacak şekilde somut güvenlik ortam ve ihtiyacına uygun olarak, ülkenin dış politikası ile çelişmeyen bir biçimde yöneteceğiz.”
Kim bu kurucular
Eski Başbakan Yardımcısı Ali Babacan “Demokrasi ve Atılım Partisi” (DEVA) için kuruluş başvurusunu yaptı. 90 kişilik Kurucular Kurulu listesi de açıklandı.
Eski Başbakan Yardımcısı Ali Babacan “Demokrasi ve Atılım Partisi” (DEVA) için kuruluş başvurusunu yaptı. 90 kişilik Kurucular Kurulu listesi de açıklandı. Listede AKP’li eski bakanlar Nihat Ergün, Sadullah Ergin, Selma Aliye Kavaf ve eski milletvekilleri ilk göze çarpan isimler oldu.
Kurucu listesindeki 90 kişiden 27’sinin kadın, 16’sının genç olduğu görüldü. Listenin en genç ismi ise 1998 doğumlu Baran Deniz Bağatur.
Partiyi TBMM’de temsil edecek tek isim ise, bir süre önce AKP’den istifa eden İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu.
Siyasi yelpazenin farklı kesimlerinden insanların yer aldığı partideki bazı kurucular şöyle:
Ülkü Ocakları Kurucu Genel Başkanı ve Alparslan Türkeş’in ölümünün ardından toplanan kongrede MHP genel başkan adayı olan, ancak kaybeden Ramiz Ongun, Mazlum Der eski Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal, Petrol-İş Sendikası eski Genel Başkanı Ali Ufuk Yaşar, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Muharip Hava Kuvvetleri Komutanı olan emekli Korgeneral Mehmet Şanver, Gümüşhane Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. İhsan Günaydın, BBP eski Genel Başkan Yardımcısı Musa Malik Yıldırım. AKP eski Genel Başkan Yardımcısı ve HDP eski Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın kızı Münevver Helün Fırat, Yılmaz Erdoğan’ın eski eşi, KAGİDER eski Başkanı Sanem Oktar, İyi Parti Gençlik Kolları eski Genel Başkan Yardımcısı Tuğba Tapsız, “Akil adam”lar listesinde yer alan Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, Denizli eski Valisi Hasan Canpolat, TÜİK ve SGK eski Başkanı Birol Aydemir, Balıkesir eski Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur, gazeteci Gülay Göktürk, BDDK eski 2. Başkanı, Hazine eski Müsteşarı İbrahim Halil Çanakçı.
Babacan’ın partisindeki bir diğer ayrıntı da kurucular listesindeki Beşir Atalay etkisi. Atalay’ın bakanlık yaptığı dönemlerde kendisiyle mesai yapan bazı isimler ve onların yakınlarının da partinin kurucular kurulunda olduğu görüldü. Atalay’ın içişleri bakanı olduğu dönemde Müsteşar Vekili ve Müsteşar Yardımcısı olarak görev yapan Hasan Canpolat, özel kalem müdürü olarak görev yapan Süleyman Tapsız’ın yakını Tuğba Tapsız, o dönemde valilik görevinde bulunan Mehmet Kılıçlar’ın eşi Prof. Dr. Arzu Kılıçlar; Atalay devlet bakanı olduğu sırada Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Genel Müdürü olarak görev yapan ve daha sonra Kayseri Valiliğine atanan Mevlüt Bilici’nin eşi Nevim Bilici bu isimlerden.
İŞTE O İSİMLER
İşte listedeki isimlere ilişkin ayrıntılar…
Ali Ufuk Yaşar; Türk-İş’e bağlı Petrol-İş Sendikası’nın eski Genel Başkanı. Yaşar, AKP desteğiyle seçildiği sendika genel başkanlığını son kongrede kaybetti.
Abdurrahman Aksoy; Avukat, müteahhit, AKP Bitlis eski Milletvekili.
Abdurrahman Bilgiç; Emekli Büyükelçi.
Abdurrahman Müfit Yetkin; AKP Şanlıurfa eski Milletvekili.
Gazeteci-yazar Gülay Göktürk de dikkat çeken isimlerden. Eski Aydınlıkçı olan ve sonradan liberal-Amerikancı bir dünya görüşünü benimseyen Göktürk, Sabah ve son olarak kapatılan Bugün gazetesinde yazıyordu.
Prof. Dr. Ahmet Burçin Yereli; Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi, Hacettepe Üniversitesi İİBF eski Dekanı.
Ahmet Edip Uğur; Balıkesir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan istifa ettirilen Uğur, görevini ağlayarak “Aileme varan tehditler alıyorum” diyerek bırakmıştı.
Ahmet Faruk Ünsal; AKP Adıyaman eski Milletvekili ve Mazlum Der eski Genel Başkanı.
Ali İhsan Merdanoğlu; AKP eski Diyarbakır Milletvekili.
Prof. Dr. Arzu Kılıçlar; Gazi Üniversitesi Turizm Fakültesi Öğretim Üyesi
Op. Dr. Bekir Sıtkı Aslan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilgehan Çetiner.
Birol Aydemir; TÜİK ve SGK eski Başkanı.
22 yaşında Saadet Partisi’nden Gelibolu Belediye Başkan adayı olan Bünyamin Ünlü, 2019 yerel seçimlerinde Türkiye’nin en genç belediye başkan adayı olma özelliğine sahip bir isim.
Hazine eski Müsteşar Yardımcısı Cavit Dağdaş.
Doç. Dr. Cennet Uslu, Kırıkkkale Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi.
Essum Aslan; 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Saadet Partisi Şanlıurfa Karaköprü Belediye Başkan adayı.
“Akil adam”lar listesinde yer alan, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem. Erdem, bir süre önce de Merkezi Londra’da bulunan Demokratik Gelişim Enstitüsü (DPI) için ‘Türkiye siyasetinde yeni dönem ve değişen dengeler’ başlığıyla bir rapor hazırlamıştı. Anayasa hukukçusu Erdem, raporda AKP’nin Kürt meselesinde güvenlikçi politikalara dönüş yaptığını ve “çözüm” perspektifinden uzaklaştığını savunmuştu.
Ankara Ticaret Odası eski Yönetim Kurulu Üyesi Haldun Hakçı.
Doç. Dr. Hasan Canpolat; Denizli eski Valisi, ASELSAN eski Yönetim Kurulu Başkanı.
AKP eski Rize Milletvekili Hasan Karal.
AKP eski Afyonkarahisar Milletvekili Hatice Dudu Özkal.
İbrahim Alper Akalın, AKP’li Şehitkamil Belediyesi eski Başkan Yardımcısı İbrahim Akalın’ın oğlu.
AKP İzmir’deki kurucularından işadamı İbrahim Dönertaş; İyi Parti İzmir Milletvekili Adayı, Makedonya Fahri Konsolosu.
Prof. Dr. İbrahim Gezer. 2014 yerel seçimlerinde AKP Malatya Büyükşehir Belediye Başkan aday adayı, 2015 genel seçimlerinde AKP Malatya Milletvekili Aday Adayı oldu.
İbrahim Halil Çanakçı. BDDK eski 2. Başkanı, Hazine eski Müsteşarı.
AKP eski Çankırı Milletvekili İdris Şahin. Şahin, FETÖ/PDY soruşturması kapsamında açılan davada Nisan 2018’de beraat etti.
AKP eski Çanakkale Milletvekili İbrahim Köşdere’nin oğlu Kadircan Köşdere. Köşdere, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde de Biga’da AKP’den Belediye Meclis Üyesi Aday Adayı oldu.
Gümüşhane Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. İhsan Günaydın. 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde AKP Trabzon Milletvekili Aday Adayı oldu.
Suriye Dostluk Derneği Genel Başkanı Kadriye Esra Aygün.
AKP eski Van Milletvekili Kerem Altun.
Ahi Evran Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Kerem Yavaşça.
Mahmut Sami Topbaş; AKP Konya eski İl Başkan Yardımcısı.
AKP Muş eski Milletvekili Medeni Yılmaz.
AKP eski Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen.
15 Temmuz darbe girişimi sırasında Muharip Hava Kuvvetleri Komutanı olan emekli Korgeneral Mehmet Şanver.
Emekli yüzbaşı, güvenlik uzmanı Metin Gürcan.
AKP eski Düzce Milletvekili, İl eski Başkanı Av. Metin Kaşıkoğlu.
AKP’den istifa eden İstanbul Milletvekili Mustafa Yeneroğlu.
AKP eski Batman Milletvekili Mehmet Emin Ekmen.
AKP eski Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısı Muhammed İkbal Seyda.
BBP eski Genel Başkan Yardımcısı Musa Malik Yıldırım.
Prof. Dr. Mustafa Ergen.
AKP eski Erzurum Milletvekili Mustafa Nuri Akbulut.
Antalya’da uzun yıllar Batı Akdeniz İhracatçılar Birliği Başkanlığı yapan Mustafa Satıcı.
AKP eski Genel Başkan Yardımcısı ve HDP eski Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın kızı Münevver Helün Fırat.
Nevim Bilici; Beşir Atalay devlet bakanı olduğu dönemde Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı Genel Müdürü olarak görev yapan ve Atalay döneminde Kayseri Valisi olarak atanan Mevlüt Bilici’nin eşi.
Dr. Öğretim Üyesi Oğuzhan Aygören; 1994-2004 yılları arası DYP’den Denizli Belediye Başkanlığı yapan, daha sonra AKP’ye katılan Ali Öygören’in oğlu.
Çevre ve Orman Bakanlığı Çevreden ve Dış ilişkiler ve AB sorumlu eski Müsteşar Yardımcısı Sedat Kadıoğlu.
Tuğba Tapsız; İyi Parti Gençlik Kolları eski Genel Başkan Yardımcısı. Tapsız, Beşir Atalay’ın İçişleri Bakanı olduğu dönemde özel kalem müdürlüğünü yapan Süleyman Tapsız’ın yakını.
Yeni Şafak’ın internet sitesinde bir süre politika editörlüğü yapan Tunahan Elmas.
Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yasemin Bilgel.
Yılmaz Erdoğan’ın eski eşi, KAGİDER eski Başkanı Sanem Oktar.
Şenol Çarık
Odatv.com
9.
Putin o isimlerin yüksek maaşlarına itiraz etti: “Beni çok rahatsız ediyor”
Rusya Devlet Başkanı Putin, oligarkların Rusya’da siyaseti yönlendirdiği dönemin geride kaldığını ve buna izin verilmeyeceğini söyledi. Rus lider, Gazprom ve Rosneft gibi devlet kontrolündeki büyük şirketler kast edilerek, bu şirketlerin yöneticilerinin milyonlarca dolar maaş alması için ne düşündüğün sorulması üzerine, “Beni de çok rahatsız ediyor, ama gerekçesi var” ifadelerini kullandı.
Rusya Devlet Başkanı Putin, TASS’ın “20 Yıl-20 Soru” adlı röportaj dizisinde, iktidardaki 20’nci yılında kendisine yöneltilen sorulara dikkat çeken cevaplar verdi.
Türkrus’un haberine göre; Putin, “Gelir dağılımı eşitsizliğinin derinden hissedildiği Rusya’da devlet kontrolündeki bazı şirket yöneticileri neden çok yüksek maaşlar alıyor” sorusuna, “Dürüstçe konuşayım, beni de rahatsız ediyor. Ama durum göründüğü kadar basit değil” diye cevap verdi. Putin, büyük işletmelerde çok sayıda yabancı uzmanın çalıştığını ve bu uzmanları tutabilmek için uluslararası maaş standartlarını korumak gerektiğini, buna bağlı olarak şirketlerin yöneticilerinin de yüksek maaş aldıklarını söyledi. Putin, “O uzmanlara o yüksek maaşlar ödeniyorsa, onların patronları da daha fazla almalı” dedi.
“GÜNDE NE KAZANDIKLARINI BİLMİYORUM AMA ÇOK FAZLA”
Putin örnek olarak sivil havacılık sektörünü gösterdi. Rusya havayolu şirketleri de Boeing gibi uçaklarla uçma tecrübesine sahip yabancı pilotları işe alıyor ve bu insanları Rusya’da tutmanın tek yolu onlara uluslararası standartlarda maaş vermek. Yardımcı pilot maaşları bile bu yüzden 300-350 bin rubleden başlıyor.
Spikerin, “Ama top managerler günde 1 milyon ruble kazanıyor. Günde! Vladimir Vladimiroviç, bu çok fazla değil mi” ifadeleri üzerine Putin, “Günde ne kazandıklarını bilmiyorum ama sizinle aynı görüşteyim. Çok fazla” dedi.
Putin, 2018 verilerine göre, başkanlık görevi nedeniyle yıllık 8,6 milyon ruble (yaklaşık 132 bin dolar) kazanmıştı.
“POLİTİK KARARLAR ALINMASINA İZİN VERMEMEK”
Aynı söyleşide oligarklar konusuna da değinen Putin, bugünün iş adamlarının 1990’lardakilerden farklı olarak ülke siyasetine etki etmeye çalışmadıklarını söyledi. Putin, “Sorun onların (oligarklar) ülkeyi yönetmesine, politik kararlar alınmasına izin vermemek” dedi.
Putin eskiden olduğu gibi bugün de iş adamlarının “lobicilik” peşinde koştuğunu, ama politik kararlara etki etmelerinin imkansız olduğunu da bildiklerini ilave etti ve “Artık bunun imkansız olduğunu anladılar” diye konuştu
Devletin ekonomi üzerinde ağırlığının arttığı eleştirileri içinse Putin, “Bizim en büyük 20 şirketimizin sanırım yedi ya da sekizi devlet katılımlı. Devlet şirketi olup olmadıkları önemli değil, nasıl çalıştıkları önemli” dedi.
Odatv.com
10.
Deniz Gezmiş’in “ağır suçları” neydi
Hikmet Çiçek yazdı
6 Nisan 2010 tarihli gazeteler, “Balyoz’da 3 tutuklama” başlıklı haberi veriyordu. ‘Balyoz Planı’ iddialarına ilişkin soruşturma kapsamında mahkemeye sevk edilen eski MGK Genel Sekreteri emekli Orgeneral Şükrü Sarıışık, emekli Tümgeneral Nuri Ali Karababa ve emekli Kurmay Albay Mümtaz Can bir gün önce tutuklanmıştı.
Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesinde, soruşturmayı yürüten FETÖ’cü savcılar tarafından sorgulandıktan sonra İstanbul Nöbetçi 10. Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilen emekli Orgeneral Sarıışık, emekli Tümgeneral Nuri Ali Karababa ve emekli Kurmay Albay Mümtaz Can’ın tutuklanmasına karar verilmişti.
Suçları ağırdı Kurmay Albay Can’ın. İstanbul’daki Birinci Ordu Karargahında 5-7 Mart 2003 tarihinde yapılan Plan Seminerine katılarak darbe planı hazırlamakla görevli ekipte bulunmak ve “Görevlendirmede Yetkili Personel” olmak, seminerden 8 ay sonra 15 Kasım 2003 tarihinde bombalanan Neve Şalom Sinagogu ve Şişli Musevi Sinagogunun eylem talimatını vermek, HSBC Bank’ı bombalama talimatını vermek, Hrant Dink suikastı, Migros, Carrefour, Capitol gibi yerlere el konulmasını planlamak… Akıl dışı suçlamalar böyle sürüyordu.
Plan seminerine “darbe planı” diyen FETÖ’cü “bilirkişi” Binbaşı Ahmet Erdoğan’ın marifetlerine ve Erdoğan’ı “çok iyi subay” diye tanımlayan Hulusi Akar’a ileride değineceğim.
(E) Kurmay Albay Mümtaz Can, iki kez tutuklandı. Silivri Cezaevi’nde üç yıl tutuklu kaldı. Can, “Bin Yılın Meydan Okuması” adlı kitabında, “Kumpas Davaları” olarak da bilinen Ergenekon, Balyoz vb. davaların dünya siyasal sistemi içinde nerede yer aldığını, bu davaların 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle bağlantısının ve emperyalizmin amacının ne olduğunu, milletimizin huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşaması için hayatını ortaya koyan ve dağları mesken tutan, yurtsever subayların dramını, onların ve avukatlarının içten duygularını yansıtıyor.
Mümtaz Can; Balyoz Davasının duruşmalarında tuttuğu notları tekrar inceleyerek, binlerce sayfalık duruşma tutanaklarını tarayarak, o günlerdeki medya haberlerini geriye dönük araştırarak, Balyoz Davasında yargılanan arkadaşlarımın yazdıkları kitapları okuyarak, cezaevinde tuttuğu günlükleri gözden geçirerek ve o günleri zihninde tekrar yaşayarak akıcı bir dille ve roman üslubuyla yazmış bu kitabı.
Kitaptan bazı bölümleri aktaralım.
DENİZ GEZMİŞ
“6 Mayıs 2010 tarihli gazetelerde, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan‘ın idam edilişlerinin 38. Yıldönümü olduğu haberleri vardı. O dönem egemenlerinin, anarşist nitelendirmesiyle, katledilmeleri gereken hainler olarak topluma sunduğu ve katlettiği bu üç yurtseverin kıymeti yavaş yavaş anlaşılıyordu.
“Sadece Deniz Gezmiş’in ‘bazı ağır suçlarından’ bahsetmek bile yetecektir, hukuksuzluğu anlatmaya: 31 Ağustos 1966 tarihinde Ankara’dan İstanbul’a yürüyen Çorum Belediyesi temizlik işçilerinin, Taksim Anıtı’na çelenk koymaları sırasında Türk-İş yöneticilerini protesto etmek.
“22 Kasım 1967’de öğrenci örgütlerinin düzenlediği Kıbrıs Mitingi sırasında ABD bayrağını yakmak.
“30 Temmuz’d a ABD 6. Filo’sunun İstanbul’a girişini protesto etmek.
“Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü düzenlemek.
“28 Kasım 1968’de ABD Büyükelçisinin İstanbul’a gelişini protesto etmek.
“İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencilerinin düzenlediği protesto gösterilerine önderlik etmek. Bu ve benzeri suçları nedeniyle; Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ile birlikte idama mahkûm edildiler.
“İdamları için yapılan oylamada, TBMM’de Adalet Partili milletvekilleri “Bizden üç, onlardan üç” şeklinde bağırarak oy kullandı. Bu sözlerden kasıt, Menderes ve iki arkadaşı idam edildi, karşılık olarak da Deniz Gezmiş ve iki arkadaşı idam edilsin.”
“Bu üç yurtsever genç yirmili yaşlarında, 6 Mayıs 1972 tarihinde idam edildiler. Bu toprakların insanları kendileri için hayatlarını ortaya koyanlara mutlaka haklarını teslim eder. Ama, hep geç kalarak. Bizim hakkımızı teslim edeceği zaman da yakında gelecek. Çünkü şehit cenazelerine yeni bir slogan damga vurmaya başladı. “PKK Mecliste, Asker Hapiste.” (s. 125- 126)
“KIBRIS BAŞIMIZA YÜK”
“Ben Yaşar Büyükanıt’ı 1994’den bu yana, Genelkurmay Genel Sekreteri olduğu zamandan bu yana, tanırım ve o günden itibaren yakın ilişkilerim oldu. Büyükanıt 1980’li yıllarda FETÖ örgütlenmesini darmadağın eden ilk kişiydi. Bu yüzden FETÖ’cüler nefret ederdi kendisinden. Büyükanıt, Hilmi Özkök gibi değildi. Hilmi Özkök tesadüfen, sadece Ahmet Necdet Sezer’in jestiyle, o göreve gelmiş biriydi. Ben bizzat Gazi Orduevi’nin bahçesinde ‘Kıbrıs başımıza yük’ dediğini duymuşumdur Özkök’ün. KKTC’yi Türkiye’nin başına bela gören bir Genelkurmay Başkanı gördü bu ülke maalesef o dönem. Onunla birlikte Türkiye baş aşağı düşmeye başladı. Yaşar Büyükanıt ile biraz toparlanır gibi oldu, ancak 2007 seçimleri milat oldu.” (s. 146)
AKAR’IN EN YAKININDAKİ SUBAY
“Balyoz Darbe Planı soruşturmasında gözaltılar ve tutuklamalar sürerken çok dikkat çekici bir gelişme yaşandı. Askeri savcının gönderdiği bilirkişi raporunda Balyoz planının seminer değil darbe planı olduğu tespiti yapıldığı iddiası gün boyunca medyada yer aldı. Bu raporu veren Askeri Bilirkişi, o zaman Korgeneral olan Hulusi Akar’ın en yakınındaki bir Kurmay Subaydı.” (27 Şubat 2010 tarihli Star gazetesi) (s. 41)
“Sıradan bir şirketin ticari davasında bile, mahkeme 3-4 farklı üniversiteden Profesör düzeyinde bilirkişiler belirler, onların raporlarına itiraz olursa, yeni bilirkişiler görevlendirir, bilirkişi raporları arasında çelişki olursa ortadan kaldırmak için yeni bilirkişilere gönderir de, ‘Asrın Davası’ olarak nitelenen Balyoz Davasının Askeri Bilirkişisi Akademiden yeni mezun, Plan Seminerlerine katılmamış deneyimsiz bir Binbaşı olan Ahmet Erdoğan. Tabi, tezgah kuranların maşası değilse… Birinci Ordu Askeri Savcısının bilirkişi talebini, Birinci Ordu’da o kadar deneyimli kurmay subay varken, Üçüncü Kolorduya pas eden Birinci Ordu, felaketin fitilini ateşlemiş oldu. Kurmay Başkanlığı’nı da yaptığım Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın, bu hatayı nasıl yaptığını hala anlayabilmiş değilim. Genelkurmay’da, Kuvvet Karargahlarında, Harp Akademileri’nde konunun uzmanı pek çok Kurmay Subay varken, bu anormal görevlendirmeye, Genelkurmay neden müdahale etmez? En yakınındaki subaylardan birini, uzmanlığı olmayan bir konuda, bilirkişilik yapması için görevlendiren de, sonraları inanılmaz yükselişiyle, herkesin yakından tanıyacağı, o dönemin Üçüncü Kolordu Komutanı Korgeneral Hulusi Akar.
“TAKDİR ETTİĞİM PERSONEL”
“TSK’nın tarihinde rastlanmamış bir ilk yaşanıyor ve Hulusi Akar kendisinden kıdemli üç Orgeneral daha bulunmasına ve Ordu Komutanlığı bile yapmamış olmasına rağmen, Kara Kuvvetleri Komutanı yapılıyordu.
Emekli Kurmay Albay Mustafa Önsel de ‘Silivri’de Firavun Töreni’ adlı kitabında yazmış. “Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hulusi Akar, Mamak’a gelir. Kendisiyle ikisi General, ikisi Albay dört kişi görüşür. Konuşmanın arasında birden Hulusi Paşa, ‘Ahmet Erdoğan’la ilgili ne düşünüyorsunuz?’ deyiverir oradakilere. Oradakiler de kendisini net bir şekilde, “Verdiği bilirkişi raporuyla bize en büyük zararı veren, bizi yakan adamlardan biri” diye cevaplarlar. Bunun üzerine Hulusi Paşa bu şaibeli bilirkişi raporunu hazırlayan Ahmet Erdoğan’ı savunmaya geçer ve ‘Bakın o benim gözümde çok iyi bir subaydır. Takdir ettiğim bir personeldir’ deyiverir.”
“Askeri Bilirkişinin art niyetli olmasının ötesinde, onu birilerinin yönlendirdiğinden şüphemiz yoktu. Biz o birilerini ve onların ardındaki esas gücü iyi tanıyorduk. Birileri dediklerimiz, 15 Temmuz 2016da darbeye kalkışanlardı ve arkalarındaki esas güç de, ABD’nin CIA’sı ve NATO’nun Gladyo’su.
“Biz bunları cezaevi koşullarında görebiliyorduk da TSK’yı yönetenler göremiyor muydu? Göremiyorlarsa yönetim zafiyeti değil miydi? Görüyor da susuyorlarsa yapılan haksızlıkların ortağı olmuyorlar mıydı? Asıl hedefin bizim üzerimizden TSK olduğunu neden anlamak istemiyorlardı. (s. 73)
“ÇOK İYİ SUBAY” FİRARDA
Odatv’den Müyesser Yıldız’ın 8 Ekim 2016 günlü “Hulusi Akar’ın ‘iyi çocuğu’ firar etti” başlıklı haberini anımsatmanın tam sırası.
“‘Bavulcu’ Mehmet Baransu’nun teslim ettiği sözde Balyoz ‘belgeleri’ için, ‘Bu belgeler doğruysa, bu bir darbe planıdır’ şeklinde rapor veren bilirkişi Ahmet Erdoğan’ın da firar ettiği ortaya çıktı.
“Ahmet Erdoğan, Balyoz kumpasına maruz kalan askerler kadar süreci takip edenlerin de çok iyi bildiği bir isim. Balyoz kumpasıyla askerler tutuklanmaya başladığında 3. Kolordu Komutanı Hulusi Akar, pilot kurmay Binbaşı Ahmet Erdoğan da kimine göre Akar’ın ‘icra‘, kimine göre ‘plan‘ subayıydı.
“Erdoğan, ‘Bu belgeler gerçekse, bu bir darbe planıdır’ şeklinde faraziyeye dayalı bir rapor verince, davanın seyri değişmişti.”
Hikmet Çiçek
Odatv.com
“ΔΟΞΑΣ“
-/-