ΕΠΤΑ (7) ΑΠΑΝΤΗΣΕΙΣ, ΣΤΑ ΕΠΤΑ (7) ΕΡΩΤΗΜΑΤΑ ΤΟΥ “ΑΠΟΣΤΟΛΟΥ”!
“Απόστολε”!
Για ό,τι με ρώτησες σου απαντώ, παρακάτω! Διάβασε με προσοχή και τα ξαναλέμε!..
1.
ABD’deki istihbarat kuruluşlarını bünyesinde toplayan Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne bağlı, Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan ”Küresel Eğilimler 2030: Alternatif Dünyalar” raporunda, 2030 yılını bekleyen en iyi senaryo olarak: ABD, Avrupa ve Çin’in işbirliğinde ve tabi Siyonizm’in güdümünde bir dünya, en kötü senaryo ise, devletler arasında geniş çaplı ihtilafların oluşması, özellikle Türkiye-İran çatışması ve Güneydoğu Anadolu’yu da içine alacak bir Kürdistan’ın kurulması öngörülüyordu.
ABD’de 5 yılda bir yayımlanan raporda, 2030 yılına kadar dünyada tek bir ”hegamonik güç” yapısının kalamayacağı kaydediliyor ve dünya kamuoyundaki Amerikan gıcıklığı törpülenip halkların havası alınıyordu. Raporda, 2030 yılına kadar ki dünyayı şekillendirecek 4 ”büyük eğilim” olarak, ”bireysel güçlenme”, ”güçlerin yayılması”, ”demografik düzen” ve ”artan yiyecek, su ve enerji bağı” öne çıkarılıyordu. Bireylerin güçlenip öne çıkmasının ve tek kutuplu dünya sisteminin sonlanıp gücün devletler arasında yayılmasının, 1750’den bu yana gelen Batı’nın yükselişini tersine çevirip, küresel ekonomide Asya’nın ağırlığını tekrar düzenleyerek; uluslararası ve ulusal düzeylerde yeni demokratikleşme çağına öncülük ederek, dünyada çarpıcı etkiler yapacağı öngörüsünde bulunuyordu. Bütün bu yaldızlı laflar, Siyonist Yahudi hegemonyasını gizleme ve küresel sömürü saltanatını sürdürme palavraları oluyordu.
Rapora göre, 2030’a kadar uzanan dönemde dünyanın nasıl dönüşeceğini büyük oranda belirleyecek ”oyun değiştirici” öğeler olarak şunlar sayılıyordu:
- ‘Krize meyilli bir küresel ekonomi,
- Yönetim boşluğu ve artan çatışma ihtimali,
- Bölgesel istikrarsızlığın kapsamının genişlemesi,
- Yeni teknolojilerin etkisi,
- ABD’nin rolü ve müdahalesi,.
Bunlar sonucunda da olası ”alternatif dünya”lar şu başlıklar altında sıralanıyordu:
- Motorların aksaması,
- Füzyon,
- Şişeden cin çıkması,
- Devletten bağımsız bir dünya.
2030 öngörüsünde, ”büyük eğilimler” “Şeytani merkezlerin beyin eğitimi” anlamını taşıyordu!
Ayrıntılara bakıldığında, birinci büyük eğilim olan ”bireysel güçlenme”, önümüzdeki 15-20 yılda küresel orta sınıfın güç kazanmasını, fakirliğin azalmasını ve daha iyi sağlık ve eğitim koşullarını ifade ediyordu. En önemli ”büyük eğilim” olarak görülen bu eğilimin diğer tüm eğilimleri etkileyebileceği belirtiliyordu.
İkinci büyük eğilim olarak ”Gücün Yayılması”nda da dünyada artık hegamonik tek bir güç olmayıp, gücün, çok kutuplu dünyada koalisyon ve ağlar arası yer değiştirebileceği söyleniyordu.
Bu eğilimde, Çin’in 2030 yılında ABD’yi de geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomisi olabileceği ifade edilirken, bu ortamda dünya ekonomisinin rahatlamasının, geleneksel olarak Batıdan çok, gelişmekte olan dünyanın ekonomisinin istikrarına bağlı olacağı öngörüsü yer alıyordu. Bu eğilimde, Çin, Hindistan ve Brezilya’nın yanı sıra, Türkiye, Nijerya, Endonezya, Kolombiya ve Güney Afrika gibi bölgesel aktörlerin de küresel ekonomi için önemli aktörler haline gelmesi bekleniyor, Avrupa, Japonya ve Rusya’nın ise küresel güç bağlamında 2030 yılına kadar gerilemeye başlayacağı tahmin ediliyordu.
Raporda, ”kara kuğular” olarak adlandırılan, tarihin akışını değiştirebilecek olası sıra dışı olayların yaratabileceği yıkıcı etkilerden de bahsedilirken, bunlar arasında, birkaç ayda milyonların ölümüne neden olabilecek şiddetli bir salgın ve iklim değişikliğinin hızında dünya nüfusunu beslemeyi zorlaştıracak derecede bir artış görülmesi senaryoları dikkat çekiyordu.
“Alternatif dünyalar…” diye, eski zulüm ve sömürü sistemine, yeni jelatinler geçiriliyordu!
Raporda sıralanan ”alternatif dünyalar” senaryosunda, en kötü seçenek ”motorun aksaması”, en iyi seçenek ise ”füzyon”du.
En iyi senaryoda, ABD, Avrupa ve Çin’in, birlikte hareket ederek Güney Asya’daki ihtilaflara müdahale edip ateşkes sağlaması, bunun yanında, AB, Çin ve Avrupa’nın ikili ilişkilerinde büyük pozitif değişimlere öncülük ederek işbirliği yapacak başka alanlar da bulmaları ve daha geniş kapsamlı olarak da küresel problemlerle başa çıkmada ortak tavır almaları öngörülüyordu. Bunun anlamını ve açılımını: “Bütün dünyanın Siyonist Yahudi Lobilerinin gizli güdümüne alınması” şeklinde okumak gerekiyordu.
“Şişeden cin çıkması” ne anlama geliyordu?
”Şişeden cin çıkması” senaryosu ise ”aşırılıkları” içeren bir kurguydu. Bu senaryoda, birçok ülkede siyasi ve sosyal tansiyonu artıran eşitsizliklerin artması seçeneği bulunuyordu. Bu senaryoda, kazananlar ve kaybedenler keskin biçimde ayrılıyor; ABD, enerji bağımsızlığını kazanırken, önde gelen güç olarak kalmayı da sürdürüyordu. Ancak, bu senaryoda ABD, artık her güvenlik tehdidinde ”küresel polis” rolünü oynamaya çalışmıyordu.
”Devlet dışı dünya” senaryosunda da, devlet dışı oluşumlar, çok uluslu şirketler ve patronlar, akademik kurumlar ve etkin kuruluşlar, küresel zorluklarla mücadele etmede başı çekiyordu. Yani Yahudi güdümlü “Gizli Dünya Devleti” fiilen kuruluyordu.
Türkiye, “2030’a kadar bölgesel aktör olarak küresel ekonomide önemi artacak” diye avutuluyordu!
ABD’deki istihbarat kuruluşlarını bünyesinde toplayan Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’ne bağlı, Ulusal İstihbarat Konseyi’nce hazırlanan, ”Küresel Eğilimler 2030: Alternatif Dünyalar” raporunun geleceğe yönelik ”şişeden cin çıkması” senaryosunda, ”Kürdistan’ın yükselişi Türkiye’nin bütünlüğüne darbe vurabilir ve bu, çevresindeki komşularıyla büyük bir ihtilaf riskini artırabilir. Ortadoğu sınırları, ortaya çıkmakta olan Kürdistan ile yeniden çizilir” ifadesi yer alıyordu. Bu tespit ve tahminler, önümüzdeki yakın gelecekte Türkiye’nin parçalanacağını, ihtimal yollu ilan ediyordu. Ulusal İstihbarat Konseyi Danışmanı ve raporun başyazarı Mathew Burrows, ”Bu, muhtemel bir senaryo değil” diyerek, halkımızın aklıyla alay ediyordu. Çünkü ”Ortadoğu sınırlarının yeniden çizilebileceğine” açıkça dikkat çekiliyordu!
İran’ın nükleer kapasitesiyle ilgili bölümde, ”Türkiye’nin olası nükleer bir İran’a, kendisi de nükleer kapasite arayışı içine girerek veya NATO savunma sistemine bağlı olarak karşılık verebileceği” yorumunda bulunuluyor, böylece Türkiye ile İran birbiriyle dengelenerek, hem Kürdistan’ın kurulmasına, hem de Büyük İsrail oluşumuna hazır ve razı konuma sokulacağı ima ediliyordu. Ve zaten aynı başlıktaki senaryolara ilişkin bir tabloda ”bölgesel istikrar” maddesinde, ”Ortadoğu sınırları, ortaya çıkmakta olan bir Kürdistan ile yeniden çizilir” denilerek, bütün tepki ve direnmelere rağmen Kürdistan’ın kurulacağı ve Türkiye’nin parçalanacağı ilan ediliyordu.
”Muhtemel senaryo değil” yalanı sırıtıyordu!
Washington’da Ulusal Basın Kulübü’nde raporla ilgili brifing veren Ulusal İstihbarat Konseyi Danışmanı ve raporun başyazarı Yahudi Mathew Burrows, rapordaki, ”şişeden cin çıkması” senaryosu bağlamında kullanılan, ”Kürdistan’ın yükselişi, Türkiye’nin bütünlüğüne bir darbe olur ve bu, çevresindeki komşularıyla büyük bir ihtilaf riskini artırır” ifadesiyle ilgili soruyu yanıtlarken:
Bunun “muhtemel bir senaryo olmayıp, özellikle Suriye’deki gelişmelerin ışığında, Ortadoğu’yla ilgili kaygı duydukları hususlardan birinin olası bir yansıması ve bölgenin bölünme şansı olduğunu” belirterek adeta aklımızla ve halkımızla dalga geçiyordu.
Yahudi Burrows, “Suriye’nin olası bir bölünmesinde, bunun Irak’a da sıçrayabileceğini (ve ardından İran, Irak, Türkiye ve Suriye’den toprak koparacak bir Kürdistan’ın ortaya çıkabileceğini) ifade ederek, elbette böyle bir şeyi Türkiye’nin ve bölgedeki diğer birçok ülkenin istemediğini, dolayısıyla bunun olmaması için güçlerin bir araya geleceğinin ve işbirliğine gidileceğinin görüleceğini” vurguluyordu.
”Türkiye model olabilir” sözü ne anlama geliyordu?
Burrows, “Ortadoğu’daki Arap dünyası coğrafyasını çevreleyen, Türkiye, İran, İsrail gibi ülkelerin, bölgenin nasıl şekilleneceği konusunda potansiyel bağlamda çok büyük role sahip olduğuna dikkati çekerek ”Elbette Türkiye, çok başarılı demokrasisi ve büyük çaptaki ekonomik büyümesiyle, Ortadoğu’da yeşermekte olan diğer demokrasiler için bir model olabilir. Türkiye için öngördüğüm rol bu” ifadesini kullanıyor ve ağzındaki baklayı çıkarıyordu.
Bunun anlamı:
1- Türkiye ve İran, Birleşik Kürdistan için topraklarının bir kısmını ellerinden çıkmasına razı konuma taşınacak
2- Barzani Kürdistan’ı Irak’tan resmen ve fiilen ayrılacak
3- Suriye en az üç parçaya ayrılacak ve kuzeyinde yeni bir Kürdistan oluşturulacak.
4- Kulakları burulmuş ve hizaya sokulmuş Türkiye ve İran, küresel güçlerin kontrolünde göstermelik bir demokratik ve ekonomik model teşkil edip, İsrail’le birlikte Ortadoğu’nun etkin ve yetkin(!) figüran aktörleri durumuna sokulacak oluyordu!
5- Siyonist Burrows’un “Türkiye için öngördüğüm rol bu!” ifadeleri, aslında ABD’nin ve Yahudi Lobilerinin, gizli ve kirli niyetlerini ele veriyor, Türkiye için biçtikleri rolleri, hangi kurgular ve senaryolarla gerçekleştirecekleri konusundaki şeytani projelerini deşifre ediyordu. Evet, başta Türkiye bütün bölge ülkelerinin bölünüp parçalanacağı, Kürdistan’ın kurulup Ortadoğu haritasının yeniden yapılanacağı bu raporla kesinlik kazanıyordu.
Peki, bu tür raporlar niçin hazırlanıp açıklanıyordu?
A- Bütün dünya kamuoyunu, özellikle hedef ülkelerin halklarını, “muhtemel senaryolar” kılıfı “mükemmel şeytani planlarına” psikolojikmen hazırlamak..
B- Bu “yeni haritalar, muhtemel oluşumlar, mukadder parçalanmalar”konularının kamuoyunda tartışılması, beyinlerin yıkanıp kurgulanması, olası tepkilerin şimdiden tespit edilip demokratik yöntemlerle(!) bastırılması için hizmetçi medyayı ve işbirlikçi iktidarları göreve çağırmak.
C- Siyonist ve emperyalist amaçlar için kurgulanan, ama “doğal ve sosyal gelişmelerin bir sonucu” gibi takdime çalışılan “Türkiye’nin parçalanması, Büyük Kürdistan’ın kurulması, İsrail’le uyumlu bir Ortadoğu’nun oluşturulması” planlarının; ABD ve Yahudi Lobilerince değil, kendi tabii seyri içinde meydana geldiği ve bütün karşı çıkışlara rağmen bunların mutlaka gerçekleşeceği kanaatini kafalara kazımak ve Milli direniş ruhunu boğmak..
D- Siyonizm’in bu şeytani hedeflerine hizmet edecek iktidar ve yandaşlarının işini kolaylaştırmak, onların hıyanetlerine “demokratik cesaret ve özveri” kılıfı sarmak, taviz ve teslimiyetlerine mazeret ve meşruiyet uydurmak için bu tür raporlar ve senaryolar hazırlanıp yayınlanıyordu!
ABD Kongre raporuna göre İran doğalgazı kesilirse etkilenecek 3 ülkenin başında Türkiye geliyordu!
İran’dan doğal gaz sevkiyatının azalması halinde, bunun uluslararası doğalgaz arzına etkisinin sınırlı olacağı, ancak kötü etkilenecek ülkelerin Türkiye, Ermenistan ve Azerbaycan olacağı savunulmuştu. Çünkü Amerikan Kongresi, İran’a yönelik yaptırımları artırma ve petrolün ardından doğalgaz satışına da ambargo uygulama konusunda çalışıyordu. Amerikan yönetimi, bu amaçla Amerikan Enerji Enformasyon İdaresi’nden bir rapor hazırlamasını istiyordu. Reuters ajansı tarafından bir kopyası ele geçirilen raporda, İran’dan doğalgaz akışının azalması halinde, doğabilecek sonuçlar irdeleniyordu.
Rapora göre, doğalgaz tüketimi daha çok bölgesel olduğu için, global düzeyde ciddi bir sorun yaşanmayacağı hatırlatılıyor, ancak “doğalgazının önemli bir bölümünü İran’dan karşılayan Türkiye ile Azerbaycan’ın güneyi ve Ermenistan üzerindeki etkisi büyük olacak” deniyordu. Rapora göre, İran doğalgazının kesilmesi halinde Türk sanayisinin ve elektrik üretiminin olumsuz etkilenmesi, evlerde ısınma sorunu yaşanması bekleniyordu. Avrupa Birliği dışişleri bakanlarının da, 15 Ekim’de yapılacak toplantılarında, İran’dan doğalgaz ithalatının yasaklanması konusunu görüşmesi planlanıyordu!
Bütün bunlar İran’ı ve Türkiye’yi sıkıştırma ve hizaya sokma hazırlıklarına hız verildiğini gösteriyordu.
Başka bir ABD raporuna göre ise: Öcalan “kilit oyuncu” sayılıyordu
ABD Kongresi Araştırmalar Merkezi tarafından hazırlanan diğer bir raporda, ‘Türkiye’deki kilit oyuncuların profilleri’ bölümünde Abdullah Öcalan’ın ismi de geçiyordu.
ABD Kongresi’nin Ortadoğu Uzmanı Jim Zanotti, kongrenin araştırmalar merkezi adına,‘Türkiye: Arka plan ve ABD ile İlişkiler’ başlıklı bir rapor hazırlıyordu. Önemli iddiaların yer aldığı ve Akşam gazetesinin “Erdoğan dünya lideri Gül yumuşatıcı güç” başlığıyla aktardığı raporda dikkat çeken bir konu, ‘Türkiye’deki kilit oyuncuların profilleri’ başlığı altında yer alıyordu. Bu bölüme Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanı sıra PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın ismi de konuluyordu.
Özgeçmişlerin ve değerlendirmelerin aktarıldığı bölümde, Öcalan için, “1999’da muhtemelen ABD yardımıyla Kenya’da yakalandı, Türkiye’ye götürüldü. Hali hazırda İmralı’da maksimum güvenlik seviyesinde tutuluyor. PKK’nın liderliğini şu anda Murat Karayılan yapıyor gibi görünse de, bazı gözlemcilere göre Öcalan hala ‘aracılı iletişim’le örgütü yönetiyor” ifadeleri dikkat çekiyordu. Amerikan resmi raporunda Türkiye’yi yönlendiren “etkin elemanlar” listesinde Abdullah Gül ve Recep T. Erdoğan’ın yanında Abdullah Öcalan’ın da sayılması halkımızdan gizlenen bir gerçeği açığa vuruyordu.
Akşam’ın haberine göre, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için “Hali hazırda Erdoğan hükümeti üzerinde yumuşatıcı bir güç olarak rol oynuyor” denen raporda, yeni anayasa ile ilgili kaygının,“AK Parti’nin kendi istediği gibi bir anayasa yapması” olduğu belirtilerek, konsensüse ihtiyaç olduğu vurgusu yapılıyordu.
Türkiye’de yüzde 15-20’lik kesimi oluşturan Kürtlere yönelik hükümetin attığı en önemli adımı,“Kürtçenin kullanım alanının genişletilmesi” olarak gören rapor, “20 milyon civarındaki Alevi’nin de laik sistemin koruyucu olarak algılandığı” saptamasında bulunuyordu.
Raporda ayrıca, Suriye yönetiminden gelen aksi yöndeki açıklamalara rağmen, Şam yönetiminin PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanabileceği iddia ediliyor ve Türkiye Suriye’ye karşı kışkırtılıyordu.
Kemal Burkay çok ciddi ve ilginç iddialarda bulunuyordu!
HAK PAR Genel Başkanı ve AKP’nin Kürtçülük konusundaki özel danışmanı Kemal Burkay, KCK ile ilgili, MİT’i ve Hükümeti sorumlu tutan açıklamalar yapıyordu.
“İllegal ve silahlı bir PKK’nın varlığı yanında, öte yandan BDP ve belediyeler gibi demokratik yapıların da KCK içine girmesine bir mana veremediğini” belirten Burkay şunları söylüyordu:
“Şimdi KCK’ya neden ihtiyaç duyuldu: KCK’ya dikkat ederseniz başında Kandil’deki en üst düzey komutan Murat Karayılan var. Bu illegal bir yapı. İçinde rahatça siyaset yapılan BDP’de, belediyelerde siyaset yapanlar buralara kanalize edildiyse bu çok büyük bir yanlış. Bu insanları kriminalleştiriyor.
Öte yandan KCK’nın içinde çok sayıda MİT ajanı olduğu söyleniyor. Hatta bin rakamından söz ediliyor. Medyaya yansıdı, doğrusu bu bizi de şaşırttı.
Sonradan KCK operasyonları yapılınca ortaya çıktı ki; KCK olayı, aynı zamanda MİT’in aktif rol oynadığı bir yapı. Bin tane MİT elemanı var, bu ne demektir. Bu demektir ki bu örgütler birlikte yapıldı. Böyle bir şey varsa devlet bundan sorumludur. Sadece bu örgüte girmişleri BDP’lileri, belediye başkanlarını, belediyelerde görev yapan meclis üyelerini suçlamak haksızlık olur. İllegal örgüte girmelerinden dolayı hataları var. Bunu kabul etmek lazım. Yani ortada yasalara uygun olmayan bir durum, suç var. Öte yandan bu MİT ile birlikte kotarılan bir şey. Nedir? PKK’yı, Kürt hareketini kontrol etmek için. Yani devletin öteden beri yaptığı, uyguladığı bir yöntem bu. Bana göre hükümet bunu biliyor. Hükümetin bunda sorumluluğu olmasa bile. Bence KCK oluşturulurken AK Parti Hükümeti duruma hâkim değildi.”
Demirtaş’ın “KCK operasyonlarının Ergenekonvari bir yapı tarafından yönetildiği” iddialarına kendisinin de katıldığını belirten Burkay, Demirtaş’ın ayrıca şunu da söylemesi gerektiğini belirterek; “KCK’ya gerek yoktu. KCK oluşurken belediye başkanlarının, meclis üyelerinin, BDP’lilerin orada işi ne? Yani legal politika yapanların orada işi ne? Dolayısıyla devlet bu işi PKK içindeki belli unsurlarla birlikte bu işi organize ettiyse devletin ciddi bir hatası var. Bu bir skandaldır. Bu adeta uyuşturucu şebekesini yakalamak için içerisine polis sokmak, onun vasıtasıyla eylem yapmak gibi bir şey.
Şimdi KCK olayı karşılıklı, devlet ve BDP’nin yaptığı hataların bir düğümüdür. Bundan nasıl çıkacağız, buna bakmamız lazım. Ben KCK operasyonlarını da doğru bulmadım. Buna salt hukuk açısından bakmamak lazım. Bu bir siyasi sorundur. Orada binlerce insanı alıp içeri tıkmak, cezalandırmak sorunu çözmüyor.
Dokunulmazlıkları kaldırmak da sorunu çözmüyor. Siyasi bir yaklaşım gerekiyor. Bir uzlaşma, diyalog gerekiyor. Sonunda Kürt sorunu böyle çözülür. Öyle bir yapalım ki KCK davaları ortadan kalksın, dokunulmazlık meselesi de ortadan kalksın, hatta öyle yapalım ki dağdaki insanlar silah bıraksın.”[1]
Oysa, AKP iktidarının da mutlaka haberi ve izni çerçevesinde KCK içine binlerce MİT elemanı sokulmuşsa, bunun iki nedene dayandığı anlaşılıyordu:
1- Ya iktidar, “Bakınız eliyle koymuş gibi PKK’lıların şehir yapılanmasını tek tek yakalayıp hapse tıktıran AKP, PKK’nın kökünü kurutuyor” havasıyla halkın gazını alıyor ve ucuz kahramanlık taslıyordu!
2- Ya da; Güneydoğumuzun ülkemizden koparılması ve ileride Büyük Kürdistan’a katılacak “özerk federasyona” kolaylık sağlanması için, bölücülük fikrinin Kürtlerin her kesimine bulaştırılması için MİT ve Hükümet, ABD raporları doğrultusundaki talimatları uyguluyordu!?
Bütün bu felaket senaryolarını ve hıyanet hazırlıklarını, AKP yalakasına dönüşen İbrahim Karagül “Haritaları yeniden çizecek müthiş güç” yazısında, “AKP’nin kerameti ve güya demokratik bilince kavuşan bireylerin marifeti” olarak yorumluyor ve hiç de sıkılmıyordu.
“Şimdi söz konusu rapora dönelim:
2030 yılına kadar dünyayı değiştirecek dört büyük eğilim var: Bireysel güçlenme, gücün yayılması, demografik düzen, artan gıda ve enerji ihtiyacı… Bireyin güçlenmesi bence dünyayı değiştirecek en önemli etken. Arap Baharı ve Tahrir ruhu ile gündemimize giren, bugün Ortadoğu’da kendini hissettiren, yarın Avrupa’nın ve Asya’nın en önemli kentlerini harekete geçirmesi beklenen, sokakların devletleri ve sistemleri değiştirdiği bir dönem başlıyor. Belki de 21. Yüzyıl’ın en büyük değişikliği, devrimi bu olacak.
Gücün yayılmasına gelince.. “Dünyanın ağırlık merkezi Doğu’ya kayıyor” cümlesini herkes hatırlayacaktır. Yirmi yıldır yoğun biçimde bu tartışılıyor zaten. Son dönemlerde Türkiye’de “eksen kayması” olarak ifadesini bulan tartışma da bu büyük güç kaymasının bir parçası.
Kürt devletinin kurulması, Türkiye ve bölge için kâbus senaryosu olarak nitelenmiş. Bağımsız bir Kürt devleti kurulması, bugünkü Ortadoğu’daki güç haritasını tamamen değiştirecektir, bu doğru. Ama çatışmalar yerine ortaklıklar inşa edilirse bu aynı zamanda müthiş bir güce dönüşecektir, bu da doğru…
Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Ortadoğu-İslam kuşağındaki bütün haritalar sanaldır, gerçeklikten uzaktır. Şimdi, bu haritaların değişeceği söyleniyor.
Evet, haritalar değişecek. Nasıl ki güç haritası değişiyor, bunun bir adım sonrası coğrafi haritaların, ülkelerin değişmesidir. Ancak bu, sadece Ortadoğu için değil bütün dünya için muhtemeldir.”[2]
İşte Türkiye’nin parçalanmasını, Kürdistan’ın kurulmasını bile, olumlu bir akıbet ve onurlu bir maharet gibi sunanların, nasıl bir ruh sefaletine uğradıklarını, artık izan ve vicdan sahibi herkes seziyordu.
İbrahim Karagül gibi, milli haysiyeti ve manevi hassasiyeti sağlam bilinen ve kendilerine ümit beslenen yazarlarımızın bile bu denli yamulması ve toplumu yanıltmaya çalışması; hidayet kararmasının, izan ve vicdan kaymasının hangi boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından bizleri dahi şaşırtıyordu.
Dindar Kürtler ise “Hüda-Par” ile bölünmeye hazırlanıyordu!
Bu arada Güneydoğu’da ve Doğu’da BDP’ye yanaşmayan, AKP’de ise umduğunu bulamayan Kürt kardeşlerimizin dindar kesimi de, Hizbullahçıların temsilcisi olarak kurulacak “HÜDA-PAR” yoluyla organize edilip, İslamcı söylemlerle Türkiye’nin parçalanmasına ve Kürdistan’ın kurulmasına taraftar hale getirilmeye çalışılıyordu. “Mustazaf Der”in kapatılmasının ardından partileşme kararı alan çevreler, PKK’dan farklı ve aykırı söylemlerle, ama maalesef sonuçta aynı hedeflere varacak yanlışlara alet oluyordu.
AJC (ABD Yahudi Kongresi)den “Cesaret Madalyası”, ADL (Yahudi Karşıtlığına Karşı Birlik Derneği)den “Üstün Hizmet Madalyası” alan bir Başbakan’la Türkiye nereye sürükleniyordu?
Yahudi cesaret madalyalı “İslam mücahidi”(!) bizi mi, yoksa Yahudi Lobilerini mi kandırıyordu?
Adı: AJC (ABD Yahudi Kongresi)
1906’da New York’ta Yahudi bankerler tarafından teşkil edildi. Misyonu: İsrail devletini kurmak ve Siyonizm’i dünyaya egemen kılmak olarak belirlendi. Dünya Musevi Örgütleri’nin çatısı olan AJC sadece Siyonist önderlere layık gördüğü cesaret madalyasınıkuruluşundan beri ilk kez bir Müslüman’a verdi. Bu kişi, bütün gençliğini “Kahrolsun İsrail” diye bağırarak geçiren Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildi.
Adı: ADL (Anti Deformation Launge)
Yahudilerin ABD’deki bir diğer büyük örgütü olarak bilinirdi. Başkanı Abraham Foxman, Recep Tayyip Erdoğan’a üstün hizmet madalyasını takarken onu Musevilerin ebedi dostu olarak ilan etmişti. 2001 yılında, yani AKP’nin kuruluş aşamasında Abraham Foxman İstanbul’a gelip Erdoğan ve Gül ile gizlice buluşarak Dünya Yahudi Cemaati’nin AKP’ye vereceği desteği taahhüt eden Siyonist Yahudiydi. Soruyorum size, siyasal İslamcı güruh tarafından Morrison lakabıyla onlarca yıl hedefe oturtulan Süleyman Demirel’e bile verilmeyen bu Yahudi madalyalarının amacı ve anlamı neydi? Bu madalyaları alan ve hala takan Tayyip Erdoğan’ın takındığı o sözde Filistin yanlısı tavır ve tutumlar hiç inandırıcı olabilir miydi? Ne yani, Filistin’e sempati duyanların kakalarını bile izleyip tahlile sokan İsrail, Tayyip Erdoğan takiye yapıyor da fark mı edememiştir? AJC ve ADL birini bu biçimde madalyalarla kucaklamışsa onun misyonu ortada demektir. Buradan hareketle bu madalyaları alan birinin Gazze katliamı edebiyatlarını yapması ne anlama gelmekteydi? Bir insan hem Yahudi madalyalı hem de Hamas sevdalısı olabilir miydi?
“Sen duygu sömürüsünü ve kof davul gürültüsünü bırakıp, Gazze’de şehadete eren bebelerin hatırına şu Yahudi madalyalarından birini iade etsene!” uyarı ve çağrılarına hala neden bir yanıt gelmemişti?
Abraham Foxman, ya da Amerikan Yahudi toplumunda ‘Abe’ olarak anılan ve özel bir saygı duyulan Siyonist kahraman(!), ABD’deki İsrail lobisinin amiral gemisi Anti Defamation League (Ayrımcılık ve İnkâra Karşı Birlik)’in 1987’den beri kaptanlığını yürütmekteydi. ADL, 2005 yılındaki “İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde Yahudilerin hayatlarını kurtaran Türk diplomatların anısına” kılıfıyla, ama aslında Erbakan’a hıyaneti hatırına, Başbakan Erdoğan’a da ‘Üstün Cesaret Ödülü’ vermişti.
Abraham Foxman Polonya’da Sovyet işgalinin hemen ardından doğmuş ve işgal sonrası Polonya’yı terk etmek zorunda kalan ailesi tarafından Katolik bakıcısına emanet edilince bir Katolik Hıristiyan olarak vaftiz edilmişti. ‘Abe’ dört yaşındayken geri dönen ailesi, uzun süren velayet davasını kazanıp ABD’ye göç edince, geri kalanını Musevi olarak geçireceği yeni bir hayata başlamış ve Siyonist şebekede en üst rütbelere erişmişti.
USA-Sabah New York temsilcisi İsmihan Yılmaz’a verdiği röportajda Abraham Foxman Dinler Arası Diyalog Grubunu kurduğunu itiraf etmişti:
“Müslümanlar için ne yaptığımıza gelince, 11 Eylül’den sonra 400 civarında cami saldırısı yaşandı, yeni camii inşaatları konusunda sıkıntılar vardı. Bu dönemde ADL bir tür Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan “dinler arası’ bir çalışma grubu oluşturarak Müslüman Amerikalıların bu haklarını yerine getirebilmeleri için kampanyalar başlattı.”
“Bir zamanlar ilişkilerimiz o derece yakındı ki, Başbakan Erdoğan benim sarf ettiğim bir ifadeden dolayı Şimon Peres’i arayıp benimle konuşmasını ve ifademi geri almamı rica etmişti ve Şimon Peres beni arayınca ricasını yerine getirmiştim. Benim Türkiye’nin yöneticileri ile özlediğim ilişki biçimi budur.”
“İsrail artık Türkiye ile ilişkilerinin daha fazla gerilmesini istemiyor; İsrail geri çekti kendini ve Türkiye’den de aynı tavrı bekliyor. Türkiye de gerilimi artıracak türden fiillerden kaçınırsa bir süre iki taraf da durup düşünüp ilişkileri yeniden gözden geçirebilirler. Şu anda ilişkinin en azından olduğundan daha da kötüye gitmesini engellemeye çabalamak gerekiyor. Zira Yunanistan ve İran gibi Türk-İsrail ilişkilerin kötü olmasından faydalanmak isteyenler var. Bu durumdan faydalanmaya çalışanlara fırsat verilmemeli. Çünkü İsrail ile Türkiye hala dost bence. Sadece ilişkinin yoğunluğu ve gerilimi biraz farklı eskiye göre, o kadar. İlişkilerin soğuması iki tarafı otomatik olarak düşman yapmaz birbirine.” (01.03.2011)
http://www.youtube.com/watch?v=diLDOxvWIIo
2. Για ψάξε να δεις, αν(!) υπάρχει -ίσως- κάποιο στοιχείο, δικαιολογητικό της αναφοράς της Λωζάννης, περί διαλύσεως της Τουρκίας, στα 100 της χρόνια και τα ξαναλέμε!..
“Eğer Türkiye Kürt sorununu çözmezse, 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde (2025-2050) parçalanır!”
Kurdinfo: 13/2/2012
Dört yıl önce Emre Taner* MİT’in devlet analizini yayımladı.
* Διεκδικητής κάποτε της ηγεσίας της “ΜΙΤ”, από τον πολύ φίλο του και τελικώς Α/ΜΙΤ Σενκάλ ΑΤΑΣΑΓΚΙΟΥΝ (1998-2005). Έφυγε από την Τουρκία και έζησε για χρόνια στον Καναδά!
KCK sanıklarının çoğunluğunun MİT ajanı çıktığı söyleniyor. Bu doğru mu? Bilmiyoruz. Doğru olsa bile MİT, kendi elemanlarının kimliğini hiçbir şekilde açıklamaz. Sadece KCK’nın değil, Kandil’in tepelerinde de MİT ajanı vardır. Olmaması mümkün değil. Ama bunların kimlikleri açıklanırsa, bu kişilerin hayatını tehlikeye atılır.
“MİT ve Emniyet çatışıyor. Türkiye’nin yönetiminde ve politikalarında hükümeti kim yönlendirecek, ipler kimin elinde olacak kavgası bu! Özellikle kavga, Kürt meselesinde siyaseti kim yönlendirecekte çıkıyor.”
“Dört yıl önce Emre Taner MİT’in devlet analizini yayımladı. Bu analizde dendi ki: Eğer Türkiye demokratikleşmezse ve Kürt sorununu çözmezse, 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde (2025-2050) parçalanır.”
***
NEDEN AVNİ ÖZGÜREL
Türkiye’de devlet, demokratikleşmedikçe ve içi hukukla dolmadıkça hep böyle sarsılacak. Çünkü biraz güçlenen bir kesim ya da kurum, devleti ele geçirmeyi gözüne kestirecek ve harekete geçecek. Oysa bu ülkede gerçek bir demokrasi, gerçek bir demokratik hukuk devleti isteyenler, bunu ısrarla niye istediler bugüne dek? “Türkiye’de öyle bir sistem kurulsun ki, devleti kimse ele geçiremesin. Devlet şu veya bu kurum, şu veya bu zümre tarafından ele geçirilebilir bir aygıt olmaktan çıksın. Devlet, MİT Müsteşarı ve savcı da dâhil, bütün vatandaşlar için güvenli bir yer olsun” diye istediler demokratik hukuk devletini. Ama bu yapılmadı. Bugün devletin içinde gene büyük bir çatışma yaşanıyor. Kim kiminle çatışıyor? Taraflar ne istiyor? Bu kavgada asıl amaç ne? Bu kavga niye bugün çıktı? Hükümetle cemaatin çatıştığı doğru mu? Savcının MİT Müsteşarı’nı şüpheli sıfatıyla çağırması bir tür meydan okuma mı? MİT Müsteşarı Oslo görüşmeleri nedeniyle mi şüpheli durumda? Savcı, MİT’in KCK’yı ve PKK’yı savaşa kışkırttığını mı düşünüyor? Bu kavganın sonunda yenilen neler kaybedecek? Muhafazakârlar bölünecek mi? Hükümetle cemaat arasında Kürt sorununun çözümü konusunda bir fikir aykırılığı var mı? Tarafların Kürt sorununun çözümü konusundaki önerileri neler? MİT Müsteşarı’nın savcılığa çağrılması, Başbakan’ın da çağrılabileceğini mi gösteriyor? Suriye sorununun bu yaşananlarla bir ilgisi var mı? Bu yaşananlar PKK’yı nasıl etkiler? Bütün bu soruları, yazdığı köşe yazıları ve araştırma kitaplarıyla Türkiye’de devleti ve siyaseti yakından izleyen gazeteci yazar Avni Özgürel’e sorduk ve çok çarpıcı cevaplar aldık.
***
NEŞE DÜZEL: Daha önce bugün yaşadıklarımıza benzer bir olay yaşandı mı Türkiye’de?
AVNİ ÖZGÜREL: Sadece Türkiye’de değil herhalde dünyada böyle bir olay hiç yaşanmadı. Menderes’in döneminde MİT Başkanı olan Ahmet Salih Korur dışında bugüne dek hiçbir MİT başkanı da bu ülkede sorgulanmadı. Şimdi ilk defa yargı, bir MİT müsteşarına elini uzatıyor. Oysa MİT, büyük bir değişim göstermişti. Emre Taner’in müsteşarlığından önce MİT tam bir hafiye teşkilatıydı.
Hafiye teşkilatı ne demek?
MİT, hep skandal olaylarla ve raporlarla anılan bir kurumdu. İçeride insanları takip ediyordu, entrikalar kurguluyordu, tuzaklar kuruyordu ve kurgulanmış operasyonlar yapıyordu. Bazı siyasi cinayetlerin arkasında da MİT’in izi bulunuyordu. Mesela MİT Müsteşarı Hiram Abbas elinde silah operasyona katılıyordu. Ama bu işler, Emre Taner’in müsteşar olmasıyla bıçakla kesilir gibi bitti. Emre Taner hiç bir operasyona katılmadığı gibi, MİT de operasyon yapmadı.
Nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsunuz?
Bütün operatif elemanlar MİT’ten koptular. Emniyet ve Jandarma bünyesine kaçtılar. MİT’in şu anda kadrosu yedi bin kişi ve MİT’te sadece istihbarat-haber elemanları kaldı. Emre Taner döneminde bütün teşkilat yenilenmeye başladı. İstihbaratın entelektüel bir faaliyet olduğuna inanan gençler kadroya alınmaya başlandı. Yabancı ülke uzmanlıkları oluştu. Daha da önemlisi, dört yıl önce Emre Taner, örgütün kuruluş yıldönümünde kamuoyuna bir devlet analizi yayımladı.
MİT’in devlet analizi nedir?
Bu analizde dendi ki, eğer Türkiye demokratikleşmezse, bu yolda değişimini tamamlamazsa ve Kürt sorununu çözmezse, 21. yüzyılın ikinci çeyreğini bütünlük halinde göremez. Parçalanır. Milletler topluluğunda da ikinci kümede kalır. Kürt sorununun çözümünü demokratikleşmede gören bir analiz bu. “Bu sorunu ya çözersin ya da bölünürsün” diyor MİT. Dolayısıyla siyaseti ve askeri, bu istikamette zihnen hazırlamaya başladı MİT. Öyle ki pek çok muhafazakâr ve aydın, geçmişte zihinlerinin reddettiği ya da ağızlarına almayı cesaret edemedikleri şeyleri savunmaya başladılar.
Devletin PKK’yla masaya oturmasını, Öcalan’ın durumunun iyileştirilmesini, ev hapsine çıkarılmasını mı savunmaya başladılar?
Evet.
MİT her zaman askerin hâkim olduğu bir teşkilattı. Artık askerin gücü, ağırlığı bitti mi?
Askerin hem sayısı hem de MİT analizlerindeki payı çok azaldı. Bu arada tabii Türkiye’de bir başka gelişme daha oldu. Bekçiden başlayıp komiser abiye kadar uzanan Emniyet kadrosu çok ciddi bir değişimin içine girdi. Ortaya çok kaliteli, iyi eğitilmiş bir polis teşkilatı çıkmaya başladı. Bazı Emniyet elemanları, artık bugün diplomat seviyesinde insanlar.
“MİT artık hiç operasyon yapmıyor, sadece istihbarat işi yapıyor” dediniz ama özel yetkili savcı, MİT’i operasyon yapmakla suçluyor. KCK içindeki ajanları vasıtasıyla KCK’yı yönettiğini, KCK’nın eylemlerini yönlendirdiğini ileri sürüyor savcı.
Tam öyle değil. Evet, savcının suçlaması bunu çağrıştırıyor, “KCK-PKK’nın içinde bin kadar MİT elemanı var” deniyor ama… Gerçek şu ki bu elemanlar, istihbarat alabilmek için KCK ve PKK kadrolarıyla birlikte hareket etmek zorundalar. Ben katılmam diyen olursa zaten dışlanır, hatta öldürülür. Ama bunlar şurayı bombalayalım gibisinden karar veren ve eylemi gerçekleştiren değildir.
Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsunuz?
Ben, MİT elemanları suç işlemez, hepsi sütten çıkmış ak kaşıktır demiyorum. Mesela Türkiye’ye sığınan bir Suriyeli subayı MİT’çiler Suriye’ye satmışlar. MİT’çiler arasında elbette suça karışan, suç işleyen olabilir.
Sahte isimler düzenleyerek Taraf yazarlarını dinlemiş daha yeni MİT.
Ben MİT ak-pak oldu demiyorum. Ben burada bir büyük fotoğraftan söz ediyorum. Bugün önemli olan şudur. Milli İstihbarat Teşkilatı bugün vatana ihanetle suçlanıyor. Ülkeyi parçalamayı amaçlayan bir terör örgütü olan KCK’yı yönetmekle suçlanıyor. Eski müsteşar Emre Taner, yardımcısı Afet Güneş, yeni müsteşar Hakan Fidan ve Oslo görüşmelerinin zeminini hazırlayan, sekretaryalığını yapan şube müdürü seviyesindeki iki MİT görevlisi bununla suçlanıyorlar.
Devletin içinde büyük bir çatışma yaşandığı görülüyor bugün. Kiminle, kim çatışıyor?
Bunu sadece devlet içinde bir çatışma olarak görmeyin. Resme, bölge olarak bakmak lazım. Hakan Fidan, MİT’in başına geldiği günden beri sürekli saldırıya uğradı. İsrail’in istihbaratı MOSSAD, “Biz Türkiye ve MİT’le artık istihbarat paylaşmıyoruz” dedi. Neden? “Çünkü Hakan Fidan İslamcı. Verilen bilgilerin İran’a aktarılacağı sezgimiz var. Bu insan bizim için tehlikeli” dedi İsrail. İlk kez MOSSAD bir başka devletin istihbaratıyla ilgili bir açıklama yapıyor. O noktadan sonra Türkiye’de basında da Hakan Fidan’la ilgili tedirginlik başladı.
“Devletin içinde kiminle kim çatışıyor” diye sormuştum…
MİT’le Emniyet çatışıyor. Türkiye’de hükümeti, yani siyasi karar mekanizmasını kim bilgilendirecek ve yönlendirecek konusunda çatışıyorlar. Özellikle de çatışma, Kürt meselesinde hükümeti kim yönlendirecek meselesinde çıkıyor. Emniyet, Kürt meselesine kolaycı ve pazarlıkçı bakan MİT’in dikkate alındığını, kendi başarılarının ve yeteneklerinin ise Hükümet tarafından gözardı edildiğini düşünüyor. Biraz önce size, Emniyet teşkilatının çok güçlendiğini ve birikim kazandığını söyledim. Bir ay önce, Silahlı Kuvvetler’in dinleme faaliyeti son buldu.
Asker artık vatandaşları dinlemiyor mu?
Genelkurmay artık dinleme takibi yapmıyor. Askerin talep ettiği istihbaratı artık MİT yapıyor. Silahlı Kuvvetler’in elindeki dinleme üniteleri, ki bunlar dünyanın en gelişmiş dinleme üniteleridir, Emniyet’e mi, MİT’e mi verilecek diye bir tartışma yaşandı. Başbakan’ın işaretiyle Özel Kuvvetler’in elindeki bu üniteler MİT’e teslim edildi. Bu çok önemli!
Niye?
Çünkü Echelon denen çok gelişmiş bir dinleme sisteminden söz ediyoruz burada. Ses tonunu kodlayıp dünyanın neresinde ve hangi telefondan olursa olsun o sesin konuşmasını yakalıyor. Emniyet bu sistemin kendisine verilmemesinden rahatsız oldu. Ayrıca, KCK operasyonlarından duyulan rahatsızlık da hükümet katına taşındı. MİT, “Kürt meselesinin çözümü için biz müzakereler yapıyoruz. Ama Emniyet habire bunu sabote ediyor. Benim görüşme yaptığım adamı tutukluyor” diyor. Emniyet ise “Kürt meselesinin çözümünü ben götürürüm” diyor.
Emniyet’le MİT’in çatıştığını söylediniz. Hükümetle cemaatin çatıştığı doğru mu peki?
Dipten dibe bir çatışma var tabii. Olmaz olur mu? Ama ne hükümetten ne de cemaatten biri bu çatışmayı dile getirir. Fethullah Gülen ya da cemaat çevresinin Emniyet’i arkaladığını, Emniyet’i hırpalatmak istemediğini hepimiz biliyoruz. Bu bir sır değil.
Taraflar ne istiyor?
Türkiye’nin yönetilmesinde, kararların oluşturulmasında pay sahibi olmak istiyorlar. Zaten çatışma da sadece Kürt meselesinde değil, İsrail’le ilişkilerde, İran ve Suriye meselesi gibi önemli konularda, Türkiye’de siyasetin-hükümetin, kimin istihbaratıyla, bilgilendirmesiyle ve analiziyle hareket edeceği konusunda çıkıyor. Her iki taraf da karar mekanizmasında pay sahibi olmak istiyor. Şu âna kadar Başbakan’ın tercihinin MİT’ten yana olduğu çok açık. Hükümete bilgi hep MİT’ten gitti. MİT, Kürt meselesinin ve PKK sorununun çözümünde müzakereden yana. KCK operasyonunun içinden çıkılmaz bir hâl aldığını düşünüyor.
MİT, Polis’in ve Yargı’nın birlikte yürüttüğü KCK operasyonuna karşı mı?
KCK operasyonunun kendisine değil, vardığı noktaya karşı. “Bunu böyle herkese yaymayın, bu operasyonu dizginleyin” diyor. Yoksa Abdullah Öcalan’ın bile “çeteleşti” dediği bir KCK yapılanması var. MİT, “Bu operasyonu o çeteleşmenin dışına çıkarmayın” diyor. Ama çıkardılar. KCK davası niye tıkandı? Sanıkların Kürtçe ifade vermelerine izin verilmediği için tıkandı. İzin verilseydi, mahkeme süreci hızlanırdı. Ama buna Türkiye’de bir doku itiraz ediyor. “Bu konuda geri adım atarsam, işin tamamında geri adım atmış olurum” diyor.
KCK operasyonunu yürüten Emniyet ve Yargı, Kürt sorununun müzakere yoluyla çözülmesini istemiyor mu?
Öyle çözülsün istemiyor. “İlla müzakere edilecekse de bunu biz yaparız, başka insanlarla müzakere ederiz” diye düşünüyor. Başbakan’ın tavrı ise MİT’in eğilimidir. Bir de şu var. Yaşar Büyükanıt Genelkurmay Başkanı ve Deniz Baykal da CHP Başkanı’yken, Emniyet Genel Müdürlüğü Dışilişkiler Daire Başkanı, Amerikan Büyükelçiliği’ne Ergenekon operasyonunu niye yaptıklarına dair bir brifing veriyor.WikiLeaks belgeleriyle ortaya çıktı bu!
Niye brifing veriyor?
Bunun izahı yapılmalı! Biliyorum. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın bundan haberi yok. Bu brifingde, ülkenin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın kızının bazı ilişkileri ve Deniz Baykal’ın bazı akçalı işleri anlatılıyor. Baykal, o sırada Türkiye’nin ana muhalefet lideri. Yarın seçim kazansa başbakan olacak. ABD’ye bir mesajdır bu. “MİT’in Amerika için bir partner olma özelliği yok. Bunlar, hükümeti senin istediğin istikamette yönlendirmiyor. Bak, İsrail’le ilişkileri de soruna sürükledi MİT. Oysa ben, sana çıplak, kritik bilgiler veriyorum. Oyunu benimle oynarsan daha kârlı çıkarsın” mesajıdır bu.
Bu kavgada asıl amaç ne?
İktidar! Türkiye’nin yönetiminde ve politikalarında siyasi iktidarı kim yönlendirecek, ipler kimin elinde olacak kavgası bu.
Bu kavga niye bugün çıktı?
Kürt meselesinde ve bölgede yaşananlar bunda etkili oldu. Türkiye’de siyaset, PKK ve Kürt meselesi konusunda bir karar noktasına geldi. “Bu işi 2012’de bitirelim” dedi Başbakan. “Türkiye bu işi çözdü, çözdü. Eğer çözemezse, bu iş beş-altı sene sonraya sarkar” dendi. Bu karar yılbaşından önce alındı. Ve PKK, geçen senenin ortasından itibaren sürekli mevzi kaybetti. Geçen yıl ağustostan itibaren çok sayıda bölge sorumlusu öldürüldü, teslim oluşlar çok arttı. Bu yenilgiler, örgütün karar adamlarındaki direnişi kaldırdı. Böylece 2012 sürecinin zemini hazırlandı. Nisan 2012’de Oslo süreci-müzakereler tekrar başlayacaktı. Kürt sorununu yeni bir anayasayla çözmek yerine, bu sorunu hemen çözmek için bir çözüm paketi hazırlanacaktı.
Bu paketin içinde Öcalan’ın durumunun iyileştirilmesi de var mıydı?
O, bu sene için düşünülmedi. Ama Kürtçenin okullarda seçmeli ders olması ve dağdan iniş sürecini başlatmak vardı bu yıl yapılacakların içinde. Mesela dağdan iniş çağrısı hiç suçlayıcı olmadan, “kardeşiz” konuşmasıyla bizzat Başbakan tarafından yapılacaktı. Yani Başbakan’ın Kandil’i hedef alan bir balkon konuşması yapması söz konusuydu. Başbakan buna hazırlanıyordu. Yani sürecin böyle olması gerektiği yönünde bir mutabakat vardı. MİT’in hazırladığı doküman ve siyasetin içine sinen çözüm buydu. MİT’in bu projesi geçen yıl kasım ayında netleşti. 2012’de bu istikamette eşgüdümlü adımlar atılacak ve PKK, 2012’nin sonuna kadar silah bırakacaktı.
Emniyet bunu biliyor muydu?
Bu proje Milli Güvenlik Kurulu’nda seslendirildi. Genelkurmay da biliyor, Emniyet de biliyor bunu. Bildiği için bu tablo yaşandı. Kürt sorununun böyle çözümünü istemiyor o. Yoksa KCK operasyonu bu kadar genişlemezdi. KCK operasyonu bu şekilde devam ettiği takdirde, Kürt kanadına çözümü kabul ettiremezsin. “Herkes içeride tutuklu, sen kiminle oturdun da konuştun bu işi” derler.
Şimdi savcıdan dosya alındı. Savcının MİT Müsteşarı’nı şüpheli sıfatıyla çağırması bir tür meydan okuma mıydı?
Alenen bir meydan okumadır bu! Bu olayda savcıyı Emniyet’le yan yana görmek lazım. Çünkü Türkiye’de yargılama süreci, savcıyla değil, Emniyet’le başlıyor. Emniyet, biraz renklendirilmiş bir dosyayla gittiği zaman savcı soruşturmayı başlatıyor. Ama savcı şunu yapabilirdi. MİT Müsteşarı’na telefon edip, “önüme dosya geldi, şunu sizinle konuşalım” diyebilirdi. Demedi, “Buraya gel, ifadeni alacağım” dedi. Emniyet’e de bu dosyayı basına ver talimatını verdi. Savcı, dosyasındaki en çarpıcı unsurları basına dağıttı. “KCK’nın içinde MİT elemanları var. Bunlar KCK’yı yönlendiriyor” dedi. Bunu da Oslo görüşmelerinde şunlar, şunlar isteniyor diye tutulmuş olan bir zabıta yani protokole bağlıyor.
MİT’in KCK’daki ajanları meselesi önceden Başbakan’a bildirilmiyor mu?
Kesinlikle bildirilmiyor. Bu noktadan sonra artık hem savcı, hem MİT Müsteşarı hem de Emniyetçiler hep birlikte koltuklarında oturamazlar. Mutlaka bu kavgayı biri kazanacak. Cumhurbaşkanı ve Başbakan MİT Müsteşarı’ndan yana tavır koydular.
Savcılık, eski MİT müsteşarı ve yardımcısı hakkında yakalama kararı çıkardı. Niye yaptı bunu?
Ok yaydan çıktı. Bunu yapmasa, özel yetkili savcılığın kendisi tartışılacak. Zaten gündemde 80 maddelik bir yargı tasarısı var. Özel yetkili mahkemelerin yetkilerini daraltan, Terörle Mücadele ve usul kanunlarında değişiklik yapan bir yargı paketinin yasalaşması gündemde.
Peki, savcının bu meydan okuması, aynı zamanda cemaatin meydan okuması mı?
Cemaat üzerinden birtakım polislerin meydan okuması diye söylemek daha doğru bunu. Bir topluluğa mensup olanlar, eğer yaptıkları her şey o topluluğa fatura ediliyorsa, onlar, bundan güç alıp başka şeyler de tezgâhlayabilirler. Olan biten her şeyden Fethullah Gülen’in haberdar olduğu ve her şeyi onun örgütlediği düşüncesinde değilim ben.
Cemaatle hükümet arasındaki ilişki ne olacak bundan sonra?
Başbakan, Gülen’in şahsıyla bir kavgaya girmez ama Emniyet içindeki cemaatçi yapılanmayı tarumar eder. Keskin sirke küpüne zarar verir derler ya… Bu savcı ve polisler çok keskinler ve küplerine zarar verdiler. Hükümet bir daha böyle bir tablonun yaşanmaması için tedbirini alacak. Ne savcı ne de Emniyetçiler, bunların hiçbiri yerinde oturamaz artık.
Dosya savcıdan alındı. Bununla ne amaçlandı?
İş kişiselleşip savcının gurur gösterisine dönüşmesin diye alınıyor bu önlemler. Savcı ifadeye gelmeyen MİT’çiler için tutuklama isteyebilirdi. Ya da savcı, Başbakan hakkında da bir şey isteyebilirdi. Nihayetinde Başbakan sorgulanıyor burada. Çünkü MİT Müsteşarı, PKK’yla müzakerelere Başbakan’ın özel temsilcisi olarak katıldı. Emri veren Başbakan! MİT Müsteşarı’nın savcılığa çağrılması, Başbakan’ın da çağrılabileceğini gösteriyor aslında. Başbakan’a en azından sen böyle bir emir verdin mi diye sorabilirler ve yarın öbür gün de bu süreci ana muhalefet Yüce Divan’a kadar taşır. Dolayısıyla bu olay, Başbakan’a bir bayrak göstermedir. Bu suçlama, Başbakan’ın omzuna asılır ve dokunulmazlığı kalktığında önüne getirilir. Bu yüzden iş koptu artık. Bu çatışma bu kadarlık görevden almalarla da bitmez.
Daha neler yaşanır?
Bütün Emniyet’te ve Yargı’da dağıtılacak bu gruplar. Önce bir Emniyet Müdürleri Kararnamesi yayınlanacak. Daha sonra HSYK’dan savcı atamaları çıkacak. MİT’e karşı sergilenen tavrı paylaşan savcı ve Emniyetçiler tasfiye olacak.
İlk anda hemen iki polis şefi görevden alındı. Bu polisler kimdi?
Hanefi Avcı’yla da uğraşan Emniyetçilerdi bunlar aynı zamanda. Cemaat diye tarif edilen kadroya yakın insanlar olarak görmek lazım bunları.
Bu kavganın sonunda yenilen neler kaybedecek?
KCK operasyonlarının da dayandığı bütün mevzilerini kaybediyorlar. Büyük bir kayıp söz konusu.
Bu Emniyetçiler ve savcılar aynı zamanda Ergenekon, Balyoz, Andıç gibi önemli soruşturmaları yürüten, darbe girişimlerini soruşturan insanlar. Bu davalar ve soruşturmalar, onların görevden alınmalarıyla olumsuz etkilenmeyecek mi?
O konularda bir gevşeme olmaz. Zekeriya Öz görevden alındı, tablo değişti mi? Ergenekon’u hedef alan dokuda bir değişiklik olmadı. Ergenekon soruşturmasını bir cemaate indirgersek Türkiye’ye haksızlık etmiş oluruz. Türkiye demokratikleşiyor. Bu kavgayı veren yargıçlar ve polisler var. Bunların hepsi de Fethullahçıdır demek haksızlık olur. Demokrasiyi savunan gazeteciler olarak sen, ben ya da bizim gibi bir başkası, bizler Fethullahçı mıyız?
Cemaat ilk kez siyaset meydanında çatışır şekilde açıkça görülüyor. Bu cemaatin geleceğini nasıl etkiler?
İktidardan pay istemediği sürece kimse kimseye dokunmaz. Ama iktidarı paylaşmayı istersen, o zaman “seçime gir” derler adama. Gülen ve çevresi, demokratikleşme talebini yükselttikleri için etkili oldular. Türkiye’nin demokratikleşme zorunluluğuyla cemaatin talepleri örtüştü. Şimdi siyasi iktidar, Türkiye’nin demokratikleşmesinde birinci önceliği Kürt sorununa veriyor. Kürt sorununun müzakereler yoluyla çözümünü istiyor. Cemaatin ve bazılarının böyle bir önceliği yok. Hatta bazıları, “örgüte diz çöktürelim. Bizim çok gelişkin operasyon elemanlarımız var, PKK ağır kayıplar veriyor. Biraz daha gayret edersek işin dibini görebiliriz” diyorlar. Bu çok dar ve güvenlikçi bir bakış açısı. Kürt sorunu böyle çözülmez. Terör de böyle bitmez.
Muhafazakârlar bölünecek mi bu olaydan sonra?
Muhafazakârlar bir rota düzeltmesiyle tekrar Erdoğan’la birlikte yürüyecekler.
Bu gelişmeler AKP’nin oylarını etkiler mi?
2012 çok kritik bir sene. AK Parti, Kürt meselesinde ciddi adımlar atılacağının işaretini vermezse, bir mutabakat ortamı oluşturmazsa ve anayasayı da belli bir noktaya getirmezse, kendisine bağlanan ümitleri teker teker devirir.
Tekrar MİT’e dönersem… MİT Müsteşarı hangi olaydan dolayı şüpheli durumunda? Oslo görüşmeleri nedeniyle mi çağrıldı?
Evet. Türkiye’nin, Kürt meselesini PKK’nın yönetim katındaki insanlarla ve Öcalan’la çözme isteği yargılanıyor bugün. Hakkında yakalama emir çıkarılan eski MİT Müsteşarı Emre Taner o müzakerelerin başlatılması emrini vermişti. Yardımcısı Afet Güneş de bu süreci başlatmış ve sürdürmüştü. Hakan Fidan da, son iki görüşmeye katılmıştı.
Devletin, bu tür görüşmeler yapması yasalara aykırı mı?
Hayır. Oslo görüşmelerinde yasaya aykırı hiçbir durum yok. Çünkü alınmış bir karar da yok. Sadece dile getirilen taleplerin zabıt altına alınması bu. Bunu yapalım diye mutabık kalınan bir şey yok. 2009’un sonunda başlayan ve altı ay süren bir süreç bu. Bunu MGK da, komutanlar da biliyor.
Polis böyle bir suçlamayı nasıl yapabiliyor?
Gözünü karartmışlıktan kaynaklanan bir durum bu.
KCK sanıklarının çoğunluğunun MİT ajanı çıktığı söyleniyor. Bu doğru mu?
Bilmiyoruz. Doğru olsa bile MİT, kendi elemanlarının kimliğini hiçbir şekilde açıklamaz. Sadece KCK’nın değil, Kandil’in tepelerinde de MİT ajanı vardır. Olmaması mümkün değil. Ama bunların kimlikleri açıklanırsa, bu kişilerin hayatını tehlikeye atılır.
Öcalan’ın kendisi de MİT’le ilişkileri açıklamamış mıydı? Siz Öcalan’ın MİT’in şirketinde bir dönem ofis boyluk yaptığını söylememiş miydiniz?
Bunlar PKK’nın tarihine ilişkin şeyler. Öcalan, “Mücadelenin başlangıcında, MİT de beni kullandı, ben de MİT’i kullandım” dedi. Ama şu andaki durum aynı değil.
Savcı, MİT’in, KCK’yı ve PKK’yı savaşa kışkırttığını mı düşünüyor?
Evet. Türkiye’yi bölecek bir süreci MİT’in, KCK ve PKK’yla müşterek idare ettiği kanaatinde savcı. Bu kanaatini de KCK’daki MİT ajanlarının varlığına, Oslo müzakerelerine ve mutabakat metnine dayandırıyor. Bu mutabakat metninin sonucu iş buraya gider diyor… Oysa ETA ve IRA sorunu istihbarat örgütlerinin mütarekeleriyle çözüldüler.
Hükümetle cemaat arasında fikir ayrılığı sadece Kürt sorununun çözümü konusunda mı?
Sadece Kürt sorunu değil, Türkiye’nin demokratikleşmesine ilişkin de kanaat farklılaşması var. Cemaatin birinci meselesi Kürt meselesi değil. Onun birinci meselesi anayasa. “Biz tekke ve zaviyelerle ilgili kanuna, Alevi meselesine, vakıfların mallarının iadesine vb. bakalım. KCK’ya vurdukça zaten geriliyorlar” diyorlar.
Hükümet, savcının bu hamlesine karşı ne yapacak?
MİT’i yasal bir zırhla donatacak. MİT Müsteşarını korumak için yeni bir yasa çıkarıyorlar. Aslında MİT’i bu kadar hesap vermez bir hale getirmek iyi bir şey değil. Özel yetkili mahkemelerle alakalı kanununu çıkarmadıkları için şimdi bunu yapmak zorundalar. Hükümet, demokratikleşmede adım atmamış olmasının bedelini bu skandalla ödüyor şimdi. Süreci erteledikçe ayağına dolaşıyor. Geciktikçe, başka bedeller de ödeyecek. Suriye, İran ve Irak’la ilgili kararlar alması beklenirken, içeride abuk abuk işlerle uğraşıyoruz.
Bu çatışmadan taraflar nasıl etkilenecek sizce?
Başbakan, cemaat, Emniyet, MİT, Yargı herkes yara aldı bu işten. Bu sürecin galibi yok.
Hükümet, devletin bütün kontrolüne sahip mi?
Şu anda büyük ölçüde sahip.
Uludere için ne düşünüyorsunuz?
Uludere’nin çözüleceğinden şüpheliyim. Bilinenlerin yüksek sesle söyleneceğini sanmıyorum. Biraz önce, PKK, nisanda silah bırakacaktı dedim. Süreç yürüyordu. Uludere bu süreci bozmak için yaşandı. Ama gene de halk ayaklanmadı ve Uludere süreci bozamadı. “Uludere işini MİT yaptı” bile dendi. Oysa Uludere’nin arkasında MİT kaynaklı bir istihbarat yok. Heron görüntülerini okuyan ve yorumlayan MİT değil. Karasal istihbarat da Jandarma’dan gelmiş. Meclis soruşturmasında bu zaten ortaya çıkacak. Ama son skandal, müzakere sürecini sabote eder mi bilmiyorum. Çünkü KCK-PKK’yla müzakerelerin vatan hainliğiyle suçlanabildiği bir süreç bu!
Bundan sonra ne tür gelişmeler bekliyorsunuz?
Son darbenin ne kadar ağır ve yıkıcı olduğunu henüz bilmiyoruz. Erdoğan bu işten çok ciddi yara aldı. “Dövüşelim” diyen şahinler kârlı çıktı. Eğer hükümet demokratikleşme sürecini hızlandırmazsa, yeni tuzaklar, faturalar gelebilir. Bundan hem Türkiye hem de AK Parti kaybeder.
Kapımızda bir Suriye savaşı ihtimali duruyor. Suriye sorununun bu yaşananlarla bir ilgisi var mı?
Şüpheniz olmasın. İran’ın da ilgisi var. Türkiye’nin dış ilişkilerini, bu hadiselerden ayrı düşünmek mümkün değil. Türkiye’ye yönelik MİT’le ilgili bazı operasyonlar var. Bakın… Suriye, Suriye’den ibaret değildir. Suriye, Lübnan demektir. Lübnan, Filistin demektir. Filistin de İsrail demektir. Suriye muhalefetinin askerî güç odağı Türkiye’de toplandı. Bu askerî güç MİT ve Genelkurmay’la ilişkide. Eğer MİT ve Genelkurmay güç kaybederlerse, yeni karar odakları devreye girer. Amerika devreye girer. Emniyet devreye girer. MOSSAD devreye girer.
Bu yaşananlar PKK’yı nasıl etkiler?
Öcalan ve çevresindeki kadro bence hayal kırıklığı yaşıyor. Barış sürecinin sekteye uğraması, sadece bizde hayal kırıklığı oluşturmuyor, orada da aklı başında insanlar var.
Bu dağınıklıkla hükümet yeni reformlar yapabilir mi yoksa o yol tümüyle tıkandı mı?
Bu, Başbakan’ın kararına bağlı. Türkiye’de hiçbir başbakan Oslo sürecini başlatma cesaretini gösteremezdi. Erdoğan bugüne dek çok cesur davrandı. Bütün bu olaylara rağmen şimdi Başbakan, işin önünü açarsa Kürt meselesi ve terör süratle biter. Ama Başbakan, ürker de frene basarsa, Kürt sorununu ertelemek bütün sorunları ertelemek anlamına geldiği için Türkiye beş senesini çöpe atar.
Neşe Düzel/Taraf
http://www.taraf.com.tr/haber/nisanda-oslo-sureci-baslayacakti.htm
3. Στο αριστερό σου χέρι το παλαιό κείμενο, στο δεξιό σου το νέο και στο μέσον, σε άλλο… χαρτί, τα αποτελέσματα της συγκρίσεως του “ΧΘΕΣ”, με του “ΣΗΜΕΡΑ”!.. Όμως! Όμως, ο βασικός μοχλός ενός επιθυμητού περισσότερου… αληθινού αποτελέσματος θα είναι το μυαλό σου (η κρίση σου) και σαφώς η βαθεία γνώση, εκ μέρους σου, των γεγονότων, όλο αυτό το διάστημα των 10 ετών!
NATO Kuvvet 2020’ye hazırlanıyor, ya TSK… – LALE KEMAL/BRÜKSEL – 21.04.2012
NATO’da, kimi TSK mensuplarının, yargının kapsama alanına girmesinden dolayı “TSK zayıflıyor” algısı yok. İttifak, tam tersine Akıllı Savunma konseptine ayak uydurması için TSK’nın çok geciken savunma reformunu tamamlaması beklentisi içinde.
ΝATO, Türk savunma sanayiinin mevcut yetenekleri ve ordunun hantal yapısının artarak sorgulanması anlamına gelecek, “Akıllı Savunma” konseptini gelecek ay düzenleyeceği Chicago zirvesinde onaylamaya hazırlanırken, darbe teşebbüsü suçlamasıyla pekçok TSK mensubunun yargının kapsama alanına girmiş olmasını da “Türk ordusu zayıflıyor” şeklinde algılamıyor. Tam tersine NATO’nun, üyesi olması nedeniyle sınırları içinde kalan Türkiye’nin, yanı başındaki Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında çok geciktirdiği savunma reformunu tamamlayarak güçleneceği görüşünde.
NATO’da “Türk askeri zayıflıyor” algısı bulunmadığı tesbitini yapan NATO kaynakları, Türkiye’nin iç meselesi olarak gördükleri TSK mensuplarını önemli ölçüde kapsayan darbe davalarının ittifaka yansımaları konusunda detaya girmek istemiyorlar. Zaten NATO, üye ülke ordularının, seçilmiş siyasilerin demokratik kontrolü altında olmasını dolayısıyla orduların doğrudan milli savunma bakanlıklarına bağlı olmalarını öngörüyor. Eski Doğu bloku ülkeleri, NATO’ya katılmadan önce ordularının sivil demokratik denetimini sağlamadan ittifaka alınmadılar. Türkiye’nin bu anlamda ittifak içinde bir istisna durum olduğunu vurgulamak lazım. Dolayısıyla, aslında NATO’nun, savunma reformunu yapmamış bir TSK’nın, hele de Chicago zirvesinde Akıllı Savunma konseptini onaylayacağı bir dönemde ittifaka getireceği artı değerler konusunda endişeli olduğunu söylemek lazım. Aslında TSK, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, geçen 6 nisanda İstanbul’da Harp Akademileri Komutanlığı’nda subaylara seslenirken öngördüğü kapsamlı savunma reformunu yaparak, hem ülkeye hem de NATO’ya artı değer katan bir güç haline gelecek.
NATO kaynakları, Türkiye’de bir yandan ordunun sivil demokratik denetimi süreci ağır aksak sürerken, diğer yandan gerek parlamento gerekse Milli Savunma Bakanlığı ve başbakanlığın, sivillerden oluşan güçlü bir savunma uzmanı kadrosunu ihdas etmesinin çok önemli olduğuna dikkat çekiyorlar.
NATO’daki Batılı kaynaklar açısından bir diğer önemli konu, bir yandan kimi ordu menspularının yargıda hesap vermelerini sağlayan Türkiye’nin, insan haklarına saygı ve ifade özgürlüğü gibi konularda daha ileri adımlar atması gerekliliği.
Akıllı Savunma, yeni bir işbirliği kültürü
Dünyanın mali kriz ile boğuştuğu bir dönemde ABD’nin Chicago kentinde zirve toplantısı yapmaya hazırlanan NATO, bu kriz ortamında dünya jandarmalığını nasıl sürdürebileceği sorusuna “Akıllı Savunma-Smart Defence” konsepti ile yanıt bulmuş. NATO Genel Sekreteri Danimarkalı Anders Fogh Rasmussen, “Daha fazla harcayamayacaksak mevcut askeri yetenekleri nasıl daha iyi, etkin ve tasarruflu kullanırız” diye formüle etmiş bu konsepti. Böylece, 28 ittifak üyesi ülke, artık ulusal portföylerinde yer alan silah sistemlerini diğer üyeler ile gerektiğinde müşterek kullanacak, daha fazla müşterek tatbikat yapacak ve savunma sanayisini geliştirirken önceliği, ittifakın ihtiyaçlarına göre belirleyecekler. NATO ihtiyaçları ile ulusal ihtiyaç öncelikleri birbirlerini tamamlayacaklar.
NATO’nun, gelecekteki 10 yılına ve sonrasına damgasını vuracağı için Kuvvet 2020 olarak anılan yeni yapılanmada öne çıkan Akıllı Savunma konsepti, 20-21 mayısta yapılacak Chicago zirvesinde onaylanacak.
NATO Dışişleri ve Savunma Bakanları, 18-19 nisanda NATO genel merkezinin bulunduğu Brüksel’de bir araya gelerek, gerek Akıllı Savunma konsepti gerekse füze kalkanı projesinin bundan sonraki aşamalarını uygulamaya koyacak son rötuşları Chicago zirvesi öncesi yaptılar.
NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Brüksel’deki ilk gün toplantısının açılış konuşmasında, ittifak üyesi savunma bakanlarının yeni konseptin detayları üzerinde uzlaştıklarına işaret ederken, akıllı savunmanın, “İttifakın 2020 ve sonrasında yani uzun vadede formda kalması,” anlamına geldiğini vurguluyordu. Konsept, Rasmussen’in de dikkat çektiği üzere ittifakın yenilenmiş bir işbirliği kültürünü oluşturacak. Bu konsept, Türk ordusunun mevcut hantal yapısından biran önce kurtulmasını gerektirecek unsurlar içeriyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, 6 nisanda subaylara hitaben yaptığı konuşmada, NATO müttefiklerinin savunma reformunu çoktan tamamladıklarını hatırlatıp, “Ülkemizin de esasen uzun yıllardır gerçekleştiremediği kapsamlı savunma reformunu hayata geçirmesi elzemdir” demiş olması boşuna değil. Zira, Gül’ün detaylarına girdiği üzere, TSK küçülerek etkinleşirken, silah ve techizat bakımından nicelik (sayısal) ağırlıklı bir yapıdan, nitelik ağırlıklı bir yapıya doğru gitmesi gerekiyor. Yine Gül‘ün ifadeleriyle, TSK’nın, bu etkinliğe katkıda bulunmayan harcamalardan tazarruf etmesi ve muharip (Savaşma yeteneği olan) birlik sayısını artırması, gerçekleştirilmesi gereken savunma reformunun diğer bazı unsurlarını içeriyor.
Ankara’nın çekinceleri
Türkiye, akıllı savunma konsepti uygulanırken, 3,5 ülkenin bir araya gelip yetenek geliştirmesinin kontrollü yapılmasını istiyor. Türkiye’nin dikkat çektiği husus, NATO ile ittifakın aynı zamanda AB üyesi de olan ülkeleri arasında, akıllı savunma konsepti uygulanırken koordinasyon yapılması gereği.
Türkiye öteden beri, 28 üyeli NATO’nun, aynı zamanda AB üyesi olan 21 üyesinin, ittifaktan bağımsız hareket etmesinin, kendisini yalnızlaştıracağı kaygısını taşıyor.
Türkiye, Norveç ve NATO’nun çiçeği burnunda bazı Doğu Avrupalı üyeleri ile birlikte ittifakın, kollektif savunma olan temel işlevini yitirmemesini istiyor. Akıllı savunmada bir diğer önemli konu, ittifak üyesi ülkelerin belirli konularda uzmanlaşmaları. Üst düzey bir NATO yetkilisi, ben dahil bir grup gazeteciye yaptığı açıklamada, “Örneğin, Çek Cumhuriyeti kimyasal silahları caydırma anlamında alt yapıya sahip ve NATO gerektiğinde bu alanda Çek’lerden destek alacak. Çeşitli NATO ülkelerinde bulunan ittifakın bazı mükemmeliyet merkezlerinin, uzmanlaşma anlamında iyi örnek teşkil etmediklerini söylemeliyim” diyor.
Türkiye’de NATO’nun terörle mücadele mükemmeliyet merkezi bulunuyor ve ittifak, bu merkezin, terörle mücadelede ortak tatbikatlar başlatarak etkin ve işlevsel hale gelmesi gerektiğine dikkat çekiyor.
Afganistan Afganlara bırakılıyor
NATO’nun Chicago zirvesinde onaylayacağı bir diğer kritik konu ise Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’nin, 2014 yılı sonu itibariyle çekileceği Afganistan’da yerini Afgan Ulusal Güvenlik Kuvvetleri’ne bırakacak olması. Bu süreç, “Dış güçlerin gerçekleştirdiği Afganistan’daki muharebe durumundan çıkıp Afgan ordusuna eğitim desteğini sürdüreceği” bir döneme işaret ediyor. NATO, bu ülkedeki şehir merkezlerinde muharebe pozisyonunu sürdürecek. ANSF, ülkenin neredeyse yarısında güvenliği tesis edebilecek yeteneğe sahip hale gelmiş. Dış güçlerin muharebe pozisyonundan çıkacakları yeni durumun Afganistan’daki, terörist eylemleri durduracağı beklentisi ise zayıf. Uluslararası topluluğun, 2017 yılına kadar, Afganistan’a yaklaşık 4 milyar dolarlık yardım taahhüdünde bulunması öngörülüyor
4. ΑΠΟΣΤΟΛΕ!
H “ΔΑΓΚΑΝΑ” ΘΑ ΚΛΕΙΣΕΙ! ΤΟ ΣΧΕΔΙΟ ΤΟΥΣ ΟΙ “ΑΓΓΕΛΟΙ” ΤΟ “ΤΣΙΜΠΗΣΑΝ” ΕΞ ΑΡΧΗΣ!
5. Ο ΘΑΝΑΤΟΣ ΤΟΥ ΡΤΕ ΘΑ ΣΥΜΒΕΙ… “ΕΝ ΑΙΘΡΙΑ“(!) ΚΑΙ ΑΚΟΛΟΥΘΩΣ ΘΑ ΕΛΘΕΙ Κ-Β “ΕΘΝΙΚΗΣ ΣΩΤΗΡΙΑΣ”, (ΟΠΩΣ ΘΑ ΤΗΝ ΛΕΓΑΜΕ ΕΜΕΙΣ ΕΔΩ ΚΑΠΟΤΕ), ΕΛΕΓΧΟΜΕΝΗ ΑΠΟ ΤΙΣ ΤΕΔ, ΚΑΤ’ ΟΥΣΙΑΝ ΣΤΡΑΤΙΩΤΙΚΗ Κ-Β, Η ΟΠΟΙΑ ΚΑΙ ΘΑ ΑΝΤΙΜΕΤΩΠΙΣΕΙ ΤΙΣ ΡΕΔ, ΣΕ Α’ ΦΑΣΗ ΜΟΝΗ + ΜΕΤΑ ΜΕ ΤΗΝ ΒΟΗΘΕΙΑ ΤΗΣ ΔΥΣΕΩΣ!..
Ευχαριστήθηκες τώρα; Αφού Απόστολε, τα έχουμε γράψει αυτά, γιατί επανέρχεσαι; Η άλλη… εναλλακτική, όπως, ξαναλέω, τα έχουμε γράψει ήδη εδώ και καιρό, είναι να ζει ο ΡΤΕ και με επικεφαλής αυτόν να έχουμε τον νέο (επικείμενο) Ρ-Τ πόλεμο, και ό,τι αυτός θα φέρει!.. Ζήτησες την γνώμη μας, σχετικά με το τί εμείς προκρίνουμε ότι θα γίνει! Στο έγραψα ήδη στην από πάνω παράγραφο!..
6. ΟΧΙ! ΕΜΕΙΣ ΠΙΣΤΕΥΟΥΜΕ ΟΤΙ ΔΕΝ ΘΑ ΠΕΤΥΧΕΙ ΤΟ ΣΧΕΔΙΟ ΤΩΝ “ΡΟΚΦΕΛΕΡΣ” ΓΙΑ ΜΕΤΑΒΑΣΗ ΤΟΥ ΠΛΑΝΗΤΗ ΣΤΙΣ “ΑΝΑΝΕΩΣΙΜΕΣ ΠΗΓΕΣ ΕΝΕΡΓΕΙΑΣ”, ΔΙΟΤΙ ΘΑ ΗΤΤΗΘΟΥΝ ΠΟΛΕΜΙΚΑ ΣΤΟ ΠΕΔΙΟ (ΤΟΥΛΑΧΙΣΤΟΝ ΑΡΧΙΚΑ ΚΑΙ ΓΙΑ ΚΑΠΟΙΑ ΧΡΟΝΙΑ, ΜΕΧΡΙ ΝΑ ΑΝΑΔΙΟΡΓΑΝΩΘΕΙ Η ΔΥΣΗ ΚΑΙ ΝΑ ΕΠΑΝΕΛΘΕΙ ΚΑΙ ΠΑΛΙ ΣΤΟ ΠΕΔΙΟ), ΚΑΙ ΘΑ ΗΤΤΗΘΟΥΝ, ΔΙΟΤΙ ΟΙ ΑΡΜΟΔΙΟΙ ΠΟΛΙΤΙΚΟΙ ΕΠΙΤΕΛΕΙΣ ΤΟΥΣ (ΚΑΙ ΙΚΑΝΟΣ ΒΕΒΑΙΩΣ ΑΡΙΘΜΟΣ ΣΤΡΑΤΙΩΤΙΚΩΝ ΕΠΙΤΕΛΩΝ), ΕΙΝΑΙ ΑΝΟΗΤΟΙ, ΔΕΝ ΕΙΝΑΙ ΕΞΥΠΝΟΙ ΚΑΙ ΔΕΝ ΞΕΡΟΥΝ ΠΩΣ ΠΡΕΠΕΙ ΝΑ ΔΡΑΣΟΥΝ, ΩΣΤΕ ΝΑ ΕΠΙΒΑΛΟΝΤΑΝ ή ΠΛΕΟΝ, ΣΤΟ ΠΕΔΙΟ, ΝΑ ΕΠΙΒΛΗΘΟΥΝ ΣΤΟΝ ΚΥΡΙΟΤΕΡΟ ΑΝΤΙΠΑΛΟ ΤΗΣ ΘΕΛΗΣΕΩΣ ΤΩΝ ΚΟΣΜΟΚΥΡΙΑΡΧΩΝ “ROCKEFELLERS” ΡΩΣΩΝ!..
ΟΠΩΣ ΚΑΙ ΝΑ ΕΧΕΙ, ΚΑΙ Π.Π. ΝΑ ΜΗΝ ΓΙΝΕΙ, (ΠΟΥ ΔΕΝ ΥΠΑΡΧΕΙ ΠΕΡΙΠΤΩΣΗ ΝΑ ΜΗΝ ΟΔΗΓΗΘΟΥΜΕ Σ’ ΑΥΤΟΝ ΚΑΙ ΣΥΝΤΟΜΑ, ΕΝΑΝ Π.Π. ΜΕ… “ΗΜΙΧΡΟΝΟ”), ΤΑ ΤΕΡΑΣΤΙΑ ΟΙΚΟΝΟΜΙΚΑ ΜΑΣ ΠΡΟΒΛΗΜΑΤΑ ΓΕΝΙΚΩΣ, ΠΡΟΒΛΗΜΑΤΑ ΠΟΥ ΑΥΤΟΙ ΟΙ ΚΥΡΙΟΙ ΕΞ ΑΜΕΡΙΚΗΣ ΠΡΟΚΑΛΕΣΑΝ ΜΑΖΙ ΜΕ ΤΑ ΠΑΓΚΟΣΜΙΑ ΟΡΓΑΝΑ ΤΟΥΣ, Η ΕΚΤΙΜΗΣΗ ΜΑΣ ΕΙΝΑΙ ΠΩΣ, ΚΑΛΩΣ ΕΧΟΝΤΩΝ ΤΩΝ ΠΡΑΓΜΑΤΩΝ, ΘΑ ΜΑΣ ΑΦΗΣΟΥΝ ΑΠΟ ΤΟ 2027-2030!..
ΟΙ ΜΕΓΑΛΕΣ ΣΧΕΔΙΑΣΜΕΝΕΣ “ΣΤΗΜΕΝΕΣ” ΜΕΤΑΝΑΣΤΕΥΣΕΙΣ, ΠΟΥ ΕΚΑΝΑΝ ΟΙ ΔΙΑΦΟΡΟΙ ΡΩΣΟΙ ΜΕ ΤΙΣ “ΜΚΟ” ΚΑΙ ΤΙΣ ΔΙΑΦΟΡΕΣ Κ-Β ΤΩΝ ΔΙΑΦΟΡΩΝ ΛΑΚΕΔΩΝ ΤΩΝ “ΔΙΕΘΝΩΝ ΕΒΡΑΙΩΝ”, ΟΙ ΑΚΟΛΟΥΘΟΥΣΕΣ ΑΡΡΩΣΤΙΕΣ ΚΑΙ Η ΔΙΑΤΑΧΘΕΙΣΑ “ΠΑΝΔΗΜΙΑ” ΕΦΕΡΑΝ ΚΡΙΣΕΙΣ, ΜΕ ΚΥΡΙΑ ΤΗΝ ΟΙΚΟΝΟΜΙΚΗ, Η ΟΠΟΙΑ ΕΦΕΡΕ ΚΑΙ ΤΗΝ ΕΝΕΡΓΕΙΑΚΗ (ΕΝΑ ΣΚΕΛΟΣ ΤΗΣ), (ΦΕΡΝΕΙ ΗΔΗ ΚΑΙ ΤΗΝ ΕΠΙΣΙΤΙΣΤΙΚΗ), ΕΚΕΙ ΔΗΛΑΔΗ ΠΟΥ ΗΘΕΛΑΝ ΝΑ ΜΑΣ ΠΑΝΕ ΟΙ ΚΟΣΜΟΚΥΡΙΑΡΧΟΙ ΤΩΝ… ΑΝΕΜΟΓΕΝΝΗΤΡΙΩΝ*, ΑΧΑΧΑΧΑΧΑΧΑΧΑΧΑ, ΩΣΤΕ ΝΑ ΠΕΤΥΧΟΥΝ ΤΟ ΠΑΓΚΟΣΜΙΟ ΕΝΕΡΓΕΙΑΚΟ ΤΟΥΣ ΕΓΧΕΙΡΗΜΑ, ΕΙΤΕ ΕΙΡΗΝΙΚΑ, ΕΙΤΕ ΠΟΛΕΜΙΚΑ, ΔΙΑ ΕΠΙΚΡΑΤΗΣΕΩΣ ΤΟΥΣ ΣΤΟΥΣ ΑΝΤΙΔΡΑΣΑΝΤΕΣ ΚΑΙ ΑΝΤΙΔΡΩΝΤΕΣ ΡΩΣΟΥΣ, ΜΙΑ ΑΝΤΙΔΡΑΣΗ ΠΟΥ ΗΤΑΝ ΑΠΟΛΥΤΩΣ ΦΥΣΙΟΛΟΓΙΚΗ, ΑΦΟΥ ΗΤΑΝ ΣΑΝ ΝΑ ΚΑΛΟΥΣΑΝ – ΚΑΛΟΥΝ ΤΟΥΣ ΡΩΣΟΥΣ ΝΑ… ΓΚΡΕΜΙΣΟΥΝ ΤΟ ΣΠΙΤΙ ΤΟΥΣ!..
* ΠΟΥ ΓΙΑ ΝΑ ΝΟΙΩΣΟΥΜΕ ΤΗΝ ΕΠΙΧΕΙΡΟΥΜΕΝΗ “ΕΝΕΡΓΕΙΑΚΗ ΜΕΤΑΒΑΣΗ”, (ΠΟΥ ΚΑΘΥΣΤΕΡΗΣΕ ΓΙΑ 4 ΧΡΟΝΙΑ ΕΠΙ ΤΡΑΜΠ), ΟΠΩΣ ΚΑΙ ΤΗΝ ΕΞΟΥΣΙΑ ΤΩΝ ΚΟΣΜΟΚΥΡΙΑΡΧΩΝ ΠΑΝΩ ΜΑΣ, ΜΑΣ ΒΑΖΟΥΝ ΤΩΡΑ ΝΑ ΤΗΝ ΠΛΗΡΩΝΟΥΜΕ ΑΥΤΗΝ ΣΤΟΥΣ ΛΟΓΑΡΙΑΣΜΟΥΣ ΤΗΣ ΔΕΗ ΠΑΝΕΥΡΩΠΑΪΚΑ, ΚΑΘΩΣ ΚΑΙ ΜΕ ΤΗΝ ΑΚΡΙΒΕΙΑ ΠΑΝΤΟΥ ΣΤΗΝ ΑΓΟΡΑ!..
7. ΔΕΝ ΤΟΥΣ ΝΟΙΑΖΕΙ ΒΡΕ ΑΠΟΣΤΟΛΕ ΓΙΑ ΤΟΥΣ ΝΑΖΙ (ΚΑΜΙΑ ΣΧΕΣΗ ΠΑΓΚΟΣΜΙΩΣ ΜΕ ΤΗΝ ΛΕΓΟΜΕΝΗ “ΑΚΡΟΔΕΞΙΑ”, ΑΦΟΥ ΣΤΟ ΣΥΝΟΛΟ ΤΟΥΣ ΕΙΝΑΙ “ΕΘΝΙΚΟ-ΣΟΣΙΑΛΙΣΤΕΣ”)!
ΙΣΤΟΡΙΚΑ, ΠΟΤΕ ΟΙ “ΔΙΕΘΝΕΙΣ ΕΒΡΑΙΟΙ”, (ΠΡΟΣΕΞΕ! ΟΙ ΔΙΕΘΝΕΙΣ ΕΒΡΑΙΟΙ ΚΑΙ ΟΧΙ ΟΙ ΣΙΩΝΙΣΤΕΣ, ΠΟΥ ΤΕΤΟΙΟΙ ΕΙΝΑΙ / ΕΤΣΙ ΟΝΟΜΑΖΟΝΤΑΙ, ΟΣΟΙ ΙΣΡΑΗΛΙΝΟΙ, ΚΑΙ ΑΝ ΘΕΣ ΚΑΙ ΕΒΡΑΙΟΙ ΓΕΝΙΚΩΣ ΑΝΑ ΤΟΝ ΚΟΣΜΟ, ΕΙΝΑΙ ΕΘΝΙΚΙΣΤΕΣ), ΔΕΝ ΕΙΧΑΝ ΠΡΟΒΛΗΜΑ ΜΕ ΤΟΥΣ ΝΑΖΙ, ΤΟΥΣ ΟΠΟΙΟΥΣ ΧΡΗΣΙΜΟΠΟΙΟΥΣΑΝ ΣΤΟΥΣ ΔΙΑΦΟΡΟΥΣ ΣΧΕΔΙΑΣΜΟΥΣ ΤΟΥΣ, ΠΑΝΤΑ ΩΣ “ΔΟΥΡΕΙΟΥΣ ΙΠΠΟΥΣ”!
ΤΙ ΕΓΙΝΕ ΣΤΗΝ ΕΛΛΑΔΑ, ΜΕ ΤΟΥΣ “Χ. ΑΥΓΙΤΕΣ” ΚΑΙ ΤΟΝ “ΣΟΡΟΣ-ΣΥΡΙΖΑ”; ΤΙ ΓΙΝΕΤΑΙ ΑΠΟ ΤΟ 2014, ΕΩΣ ΣΗΜΕΡΑ, ΣΤΗΝ ΟΥΚΡΑΝΙΑ ΜΕ ΤΟΥΣ “ΑΖΩΦ”, “ΣΒΟΜΠΟΝΤΑ”, “ΔΕΞΙΟ ΤΟΜΕΑ”, ΚΛΠ;
ΤΟ ΘΕΜΑ ΑΥΤΟ ΕΙΝΑΙ ΤΕΡΑΣΤΙΟ ΚΑΙ ΕΙΝΑΙ ΩΡΑΙΟΤΑΤΟ ΘΕΜΑ ΓΙΑ ΔΙΔΑΚΤΟΡΙΚΗ ΔΙΑΤΡΙΒΗ!..
“ΕΛΛΗΝΑΣ“
-/-