EΠΙΛΟΓΕΣ.
1.
Türkiye Pakistan stratejik ittifakı ABD’yi Afganistan’dan kovdu
.
- GİRİŞ19.08.2021 09:40
- GÜNCELLEME19.08.2021 09:40
11 Eylül 2001 sonrasında ABD, Asya’da Hindistan’ı kendisine stratejik ortak belirledi. Hindistan, tıpkı Yunanistan, İsrail ve Ermensitan gibi İslam ülkelerine karşı ABD karakolu rolü oynuyor. Bu yüzden ABD ‘stratejik ittifak’ kurduğu Hindistan nükleer silahlarına karşın İran ve Pakistan’ın nükleer programına yönelik yaptırımlar uyguladı sürekli.
ABD 2001 Ekim ayında Afganistan’ı, ardından Mart 2003’te Irak’ı ve Mart 2011’de de Suriye’yi farklı gerekçe ve yöntemlerle işgal etti.
11 Eylül 2001 saldırısından sorumlu tuttuğu El Kaide ve Taliban’ı yok etmek gerekçesiyle, 7 Ekim 2001’de “Kalıcı Özgürlük Operasyonu” (Operation Enduring Freedom) adıyla Afganistan’ı işgal ederken, ABD başkanı George W. Bush, ABD liderliğinde NATO kuvvetlerinin işgal amacını “Haçlı savaşını başlatıyoruz!” sözleriyle açıkladı.
ABD-PAKİSTAN İŞBİRLİĞİ
Oysa ABD Afganistan’ı işgal ederken, Pakistan’ı Afganistan sınırında askeri operasyonlarla işgale destek vermeye zorlamaktaydı. Pakistan bu süreçte ABD birliklerinin Afganistan’a havadan ve karadan ulaşımını sağladı.
ABD’nin stratejisi, Pakistan ve Afganistan’ı karıştırıp sosyal yapıyı yıkmak; Hindistan’ın Afganistan’daki varlığını artırmaktı.
ABD’nin işgal boyunca El-Kaide hedeflerine yönelik olduğunu belirterek yaptığı ancak sivillerin hayatını kaybettiği her insansız hava aracı saldırısı Pakistan’a zarar verdi. Pakistan’ın bizzat kendisi işgal boyunca yüzlerce terör saldırısının hedefi oldu.
Bu yüzden ABD-Pakistan işbirliği, Pakistan Talibanı’nın ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
AFGANİSTAN KRİZİ
Afganistan’da çoğunlukta olan Peştunlar, ABD tarafından haksız yere iktidardan uzak tutuldu, ülke yönetimine Batıcı azınlık getirildi.
ABD Irak ve Suriye’de de aynı şeyi yaptı, Sünni çoğunluğu iktidardan uzaklaştırıp karşısına alarak terörist ilan etti.
Müslüman aydınlar, Afganistan’daki krizin askeri yollarla çözülemeyeceğini, siyasi çözümün şart olduğunu söyleyip durdu. Pakistan da bu yönde politika izledi, Peştuların teşkilatlanmasını destekledi. Bu yüzden son dönemde de ABD Pakistan’ı sürekli “terör örgütlerine finansman sağlayan ülkeler” listesine almakla tehdit edip durdu.
Fakat Bush yönetimiyle başlayan yanlış politika, Obama yönetimi tarafından, Irak’ta başarılı olduğu yanılgısıyla, kontrgerilla yöntemini uygulamak üzere orduya devredilerek devam ettirildi. Yıllar süren askeri eğitimlerle dahi doğru düzgün bir Afgan ordusu kurulamamasına rağmen, ABD ordusu Afganistan’daki işlerini yolunda gidiyormuş gibi yansıttı.
Son olarak Trump yönetimi, ABD ordusunun, Afganistan’da savaşın askeri yollarla kazanılamayacağını ve Afgan ordusunun tek başına savaşma gücünün olmadığını da bildiği halde halkı ve yönetimleri yanılttığını ortaya koyan Afganistan Belgelerini görmezden gelirken, Pakistan’ı suçlamaya devam etti.
2008-2013 yılları arasında Pakistan Genelkurmay Başkanı olan Eşfak Kayani Başkan Obama’ya gönderdiği bir mektupta ABD’nin yıllardır Pakistan’ı nasıl gördüğünü şu cümlelerle anlatmıştı: “ABD, bizimle ilişkisini her zaman geçici ve bir alışveriş gibi gördü. Bizi günah keçisi yaptı; çantada keklik saydı; bizim çıkarlarımızı ve endişelerimizi önemsemedi.” Başbakan İmran Han da Afganistan’daki durumdan ötürü Pakistan’ın suçlanmasına yönelik, “günah keçisi” yapıldıklarını belirtti: “ABD, Afganistan’da ürettiği pisliği Pakistan’a temizletmek istiyor.”
Afganistan kaynaklı göç ve terörün tetikleyeceği sosyo-ekonomik ve güvenlik problemleri, Kuzey Afrika’dan Asya’nın Pasifik kıyılarına kadar yeni siyasi, ekonomik, etnik problemleri tetiklemesini amaçlayan ABD, tasarladığı iki cepheli Yeni Soğuk Savaş’ı yürütürken, eski dünya, Asya, Avrupa ve Afrika ülkeleri, kaynaklarını kaosun etkileriyle mücadele etmek için tüketsin istiyor.
HİNDİSTAN-ABD NÜKLEER ANLAŞMALARI
Amerika, 11 Eylül saldırılarılarının ardından uluslararası politikasını nükleer enerji yerine terörizm üzerine şekillendirdi. Bu yeni savaş modeli, ABD-Hindistan ilişkilerini geliştirdi. ABD Başkanı George W. Bush tarafından alınan kararla Hindistan’a yeniden askeri destek sağlanmaya ve yüksek teknoloji ürünlerin ihracatına başlandı.
2005 yılında iki ülke arasında imzalanan anlaşma ile ABD, Hindistan’ı ‘’sorumlu nükleer silaha sahip devlet’’ olarak tanıdı. Anlaşma sayesinde Hindistan, nükleere sahip olan devletlerden her türlü ekipman desteğini alma hakkı elde etti. Bu maddeye ek olarak, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu da Hindistan’ın nükleer tesislerini denetleme hakkına erişmiş oldu.
ABD’nin Hindistan’a karşı olan bu tavır değişikliğinin arkasında Hindistan’ın ekonomik ve politik olarak önemli bir potansiyel taşımasının olduğu düşünülürken; nükleer için önemli bir maden olan Toryum yataklarının da yüzde 25’ine sahip olmasının etkili olduğu kaydediliyor.
Son yıllarda ABD-Hindistan dostluğunun bir izdüşümü olarak Hindistan, Körfez ülkelerindeki siyasi, ekonomik ve istihbari varlığını büyük ölçüde artırmıştı. Son durum Pakistan’ın elini epey güçlendirecektir.
Pakistan, 1968 yılında imzaya açılan Nükleer Silahların Önlenmesine İlişkin Antlaşma’yı (Non-ProliferationTreaty, NPT) Hindistan ve İsrail ile beraber hiç imzalamayan üç ülkeden birisidir. NPT’nin temelinde; silahsızlanma, yayılmanın önlenmesi ve nükleer enerjinin barışçıl doğrultuda kullanılması yer alır. Pakistan, Hindistan’ın nükleer tehdidini ve antlaşmaya imza koymamasını gerekçe göstererek kendi nükleer programının engelleyecek olan antlaşmayı kabul etmez. Ekonomik, politik ve askeri alanlarda uygulanan tüm ambargolara göğüs geren Pakistan’ın bugün gelinen noktada yaklaşık 160 nükleer harp başlığına sahip olduğu tahmin ediliyor. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün 2020 raporuna göre, Pakistan en çok nükleer başlığa sahip olan 6. ülkedir ve ezeli rakibi Hindistan’ın önünde konumlanır.
ABD’NİN ASKERİ KAYIPLARI
ABD, 2016 yılı itibariyle, Irak ve Afganistan’da toplam 2 milyon askerini dönüşümlü olarak görevlendirdi. Askeri ekipmanının %40’ını bu savaş sırasında Irak’a yığdı.
2018 Ekim ayı itibariyle Irak’ta öldürülen ABD askeri sayısı 4.550’ye ulaştı (ABD müttefikleri 323 asker kaybetti), yaralı sayısı 33.328’di. ABD Savunma Bakanlığı ile kontrat yapmış paralı askerlerden ölenlerin sayısı en az 3.793’tü. Yine 2018 Ekim ayı itibariyle Afganistan’da koalisyon askerlerinin toplam kaybı 3.542 idi ve ölenlerin 2.401’i ABD askeriydi. Savaşta 20 bin 431 ABD askeri de yaralanmıştı. Özel güvenlik şirketlerinin kayıplarıysa 3.937’ydi.
Ancak bağımsız kaynaklara göre bu savaşın kayıp rakamları gizleniyordu. Gerçekte ABD Ordusunun Irak’taki kayıplarının 50 bini, Afganistan’da ise 20 bini geçtiği iddia ediliyordu. Bu kayıplara, ABD adına savaşan paralı askerler ve özel güvenlik şirketlerinin kayıpları dâhil edilmemişti.
Öte yandan, savaştan dönen askerlerde görülen psikolojik rahatsızlıklar şaşırtıcı boyuttaydı. 2002-Aralık 2012 döneminde, savaşan 103.792 askere travma sonrası stres bozukluğu (post-traumatic stress disorder-PTSD) teşhisi, 253.330 askere bir tür Travmatik Beyin Hasarı (Traumatic Brain Injury-TBI) teşhisi konuldu.
Askeri kayıplar ve katlanılan maliyetler ABD için tam bir fiyaskoyu gösteriyordu. ABD’nin başı, asıl ordu müteahhitleri ve silah şirketleriyle belada. olacak görünüyor. Savaşlar sayesinde milyarlarca dolarlık kârlara alışan, on binlerce paralı askeri istihdam eden ve devâsa uçak, helikopter, tank vb savaş araçlarını ellerinde bulunduran ordu müteahhitleri ile silah şirketlerinin ABD’nin savaş bölgelerinden, Afganistan, Irak ve Suriye’den geriye dönüşüne izin vermeleri kolay olmayacaktır. ABD yarattığı canavarın esiri olmayla karşı karşıyadır.
ABD’nin Afganistan, Irak ve Suriye işgallerinde 7 trilyon dolar harcadığı söylemi tam bir algı yönetimidir. ABD ve koalisyon ortaklarının Afganistan, Irak ve Suriye’de milyonlarca insanı katletmesi, yaralaması ve sakat bırakması, şehirlerin ve alt yapıların bombardımana maruz kalması, milyonlarca insanın yurtlarını terk etmesine neden olunması önemli değildi, nasıl olsa hesap soracak bir merci yoktu. ABD katliamlarının Müslüman halkların nefretini artırması da problem değildi.
TÜRKİYE PAKİSTAN İTTİFAKI
Sonuçta, ABD desteği olmadan Afgan ordusu diye bir şeyin olmadığı, iskambil kulesi gibi kolayca darmadağın olacağı ortaya çıktı. Pakistan açısından bu durum Afganistan’da hayalini kurduğu “stratejik derinliği” ikinci kez gerçekleştirme imkânı anlamına geliyor. Yeni Afgan hükümeti öyle veya böyle Pakistan’a daha müzahir olacaktır; yeni Afgan yönetiminin orta vadede Çin’le iyi ilişkiler geliştireceği ve Hindistan’a karşı olacağı söylenebilir. Bu da Pakistan açısından kısa vadede büyük kazanç.
ABD, Afganistan, Irak, Suriye işgalleri ve Arap Baharı’yla İslam alemini ateş topuna çevrdi. Ne var ki ABD ne Türkiye, İran ve Pakistan’ı yok oluşa giden bir bozguna düşürebildi ne de Afganistan, Irak ve Suriye’yi bölebildi.. Türkiye Pakistan ittifakı, ABD’nin Akdeniz, Karadeniz, Hazar ve Hint denizindeki oyunlarını bozuyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Pakistan Cumhurbaşkanı Arif Alvi Vahdettin Köşkü’nde bir araya geldi. Bu tarihi görüşme İslam aleminin ve insanlığın kaderini belirleyecek yüzyılın önemli olaylarından biridir. Bu görüşmenin önemi, alınan kararların sonuçları ortaya çıkınca daha iyi anlaşılacak.
Türkiye Pakistan stratejik ittifakı, ABD’yi Afganistan’dan kovdu, Çin ve Rusya’yla da baş edebilir. Hindistan ABD’nin üssü, tıpkı İsrail ve Ermenistan gibi. Karabağ zaferinden sonra Afganistan zaferi umudumuzu artırdı.
BM’nin âtıl hale geldiği bir dönemde ABD uluslararası toplumu bilinçli bir şekilde krizle karşı karşıya bırakmıştır. Türkiye’nin Kabil Havalimanı’nı kontrol etmenin ötesinde, Avustralya’dan Avrupa Birliği’ne, Çin’den Hindistan’a kadar geniş bir coğrafyadaki ülkeleri ortak misyon etrafında bir araya getirecek şekilde Afganistan’a elini uzatması için şartlar uygun görünüyor.
İslam alemi, bu liderlikle bağımsızlaşıp bütünleşecek inşallah.
2.
28 Şubat’tan 15 Temmuz’a…
.
- GİRİŞ22.08.2021 09:37
- GÜNCELLEME22.08.2021 09:37
Yargıtay’ın cezalarını onayladığı 28 Şubatçılardan bazıları tutuklandı.
Dönemin beşli çetesine, kartel medyasına, anlı şanlı ve hâlâ epeyce hatırlı patronlarına dokunulmadığına ilişkin değerlendirmeler de satır aralarında kaldı.
*
Şimdilerde, o yaman günlerde sağa sola kaçışan ya da 28 Şubatçılara şirin görünmeye çalışan…
O günlerde, bizlere de, “Ne yapmak istiyorsunuz, kızdırmayın şunları, bizim de üzerimize gelecekler!” diye sataşan zatlardan bir bölümü ekranlarda, birer kahraman edasıyla!
İçlerinde o dönemin akrediteleri, yarı akrediteleri de var ki, gülersiniz!
Malûm, bir 15 Temmuz kahramanları var, bir de 16 Temmuz kahramanları…
İşte öyle bir şey!
İşte öyle bir şey!
Neyse…
Bakalım, önümüzdeki yıllar neler gösterecek?
Rabbim, ömür verirse, görürüz kimin neler yapacağını.
Ah o günler…
28 Şubat günleri çok farklı günlerdi.
Çok zorlu ve çok güzel günlerdi!
İmkânlarımız çok dar, yüreklerimiz çok genişti.
Zulüm fırtınaları estirilirken…
Bizler,
“El ele zinciriyle” sesimizi duyurur…
Bunu yaparken de…
Bir tek kişinin burnunun kanamamasına, bir tek kişinin zarar görmemesine azamî özen gösterirdik.
Eylemlerimizi izleyenlere güller, karanfiller hediye ederdik!
Biz, birbirimizi Allah rızası için severdik.
Ya da, duyguların karşılıklı olarak böyle olduğunu zannederdik.
Şimdilerde…
“Kaybolan, yok öyle demeyelim de, eksilen samimiyetimizi” arıyoruz.
Kömürlükte kaybettiğimizi, öylesi daha kolay diye, aydınlıklarda aramıyoruzdur umarım!
Bir Vakitler Yargı!
Bakın şimdi geldi aklıma.
Dönem 28 Şubat dönemi. (Gerekirse bin yıl devam edecek denmişti, belki de hâlâ devam ediyordur, alttan alta, her neyse!)
Yirmi küsur yıl geçmiş üzerinden…
O günlerde Akit’teyim.
Atilla Özdür Ağabey’i bilirsiniz, aslında büyük ihtimalle bilmezsiniz.
Çok yaman bir kalemi vardır, lâkin fazla okunmaz çünkü bizim topluma “tefekküre” davet eden yazılar zor gelir, “ayran kabartan” ya da “iyice cıvıtan” şeyler yazmak gerekir.
Atilla Ağabey, Allah selâmet versin, bir yazısına, “Eşeklik” başlığını koymuştu.
Zamanın kudretli paşalarından biri de, bu başlıktan dolayı kendisine dava açmıştı.
Mesele o günlerde yayınlanan bir emirle ilgiliydi.
Bir Kuvvet Komutanlığı’nın bünyesindeki, “bazı” camilerin kapatılması ve kışlalarda ezan okunmasına son verilmesi emrediliyordu genelgeyle.
Biz bu genelgeye karşı çıkmıştık.
Atilla Ağabey ise, “İslam estetiğine uygun olmayan camiler” vurgusuyla yapılanı savunmuş, “Vakıf malı amacı doğrultusunda kullanılmalıdır. O hoparlörler Askeriye’ye ezan okunsun için değil, misafiri gelen askere duyuru yapılsın için bağışlanmıştır!” diyerek 28 Şubat önde gelenine destek vermişti,
Bizim gibi, bu uygulamaya karşı çıkanların yaptığını da “Eşeklik” olarak nitelendirmişti!..
Biz Kıymetli Atilla Ağabey’e için için kızarken…
Bir baktık, zamanın pek muhterem ve kudretli paşası Atilla Ağabey’e “Bana hakaret etti!” iddiasıyla dava açmış.
Yazıyı tekrar tekrar okudum.
Davayı açan Paşa’ya zerre hakaret yok, iması bile yok.
Aksine, uygulamaya karşı çıktığımız için bize hakaret var!
“Allah Allah, Muhterem Paşa, kendisine hakaret edildiği kanaatine nasıl vardı acaba?” dedik.
Neyse, dava görülmeye başlandı.
Atilla Ağabey, duruşmada, “Ben astsubay emeklisiyim. Sayın Paşa’ya asla ve kat’a hakaret etmediğim gibi bu uygulamasına, gazetemin manşetini eleştirerek destek verdim!” dedi.
Sonuç?
Mahkûmiyet!..
Sebep?
Gerekçeli karar özeti:
“Sanık Atilla Özdür, her ne kadar (davayı açan Paşa’ya) hakaret etmediğini söylüyorsa da, bir Akit personelinin laikliğe böylesine bağlı birine hakaret etmeyeceği düşünülemeyeceğinden!”
Evet, mahkumiyetine!..
*
Hey gidi günler hey…
Bir başka hatıra…
O günlerde, Akit Gazetesi, Cumhuriyet Gazetesi’nden alıntı yapmış.
Cumhuriyet’te çıkan nadir sağduyulu yazılardan biri…
“Rejimin yanlış uygulamalarına” dikkat çekiyor.
Akit de, bunu “Arşiv” sayfasında alıntılıyor.
Böyle yapınca da Akit’e dava açılıyor.
Gazete’nin Avukatı, duruşmada, “Biz sadece alıntı yapan tarafız. Yazı bizim yazımız değil. Yazının kaynağı belli!” diyor ama…
Gazete hüküm giymekten kurtulamıyor!..
Gerekçe, özetle şöyle:
“Cumhuriyet Gazetesi, laikliğe bağlılığı bilinen bir gazetedir. Bu gazete, bu yazıya yer verirken, cumhuriyetin daha da güçlenmesini hedeflemiştir.
Yazıyı alıntılayan gazete ise laiklik karşıtlığı bilinen bir gazetedir.
Bu gazete, bu yazıyı, laikliğe zarar vermek ‘niyetiyle’ alıntılamıştır!”
Ne günlerdi, ah ne günler!
Bir Vakitler Yargı Bağımsızlığı!
“Yargı Emir ve Görüşlerinize Hazırdır!”
Kitabın ismi bu.
Biraz evvel “tekrar” okudum.
Avukat Hüsnü Tuna’nın kitabında bir belge var.
Bağcılar Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazılmış.
Tarihi: 27 Ekim 1997.
Belgeden okuyalım:
“…. Bu nedenle başta Avukat Necati Ceylan olmak üzere, haber ve yazı sorumluları hakkında ilgi (b) kanun hükmü uyarınca yasal işlem yapılmasını ve sonucunda Genel Kurmay Başkanlığı’na bilgi verilmesini rica ederim.”
İmza:
Orgeneral (filanca)
*
Bir General,
Cumhuriyet Başsavcılığı’na “rica” yazısı gönderebilir mi?
Avukat Hüsnü Tuna,
“Rica resmi yazışmalarda ‘emir’ anlamına gelir!” diyor.
“Bir vakitler yargı bağımsızlığı” başlığı altında, tefekküre yarar diye, belgeye yer verdik.
*
Sayın Hüsnü Tuna, kitabın yeni ve genişletilmiş baskısını hazırlarsa faydalı olabilir.
Hayırlısı olsun.
Milat
3.
ABD’den Türkiye’ye Ambargo girişimi
.
- GİRİŞ23.08.2021 09:32
- GÜNCELLEME23.08.2021 09:32
ABD Kongresinde ve Senatosunda görev yapan Helen (Yunan) kökenli iki Temsilciler Meclisi üyesi, ABD Senatosu Dışilişkiler Komitesi Başkanı Bob Menendez ve Temsilciler Meclisi üyesi Gus Michael Bilirakis ile dönemin çiçeği burnunda Delaware Senatörü Joe Biden, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında -1975 yılı başında-, İsrail’in de büyük katkılarıyla “ABD’den Türkiye’ye silah ambargosu” kararını aldırtmışlardı.
TSK’nın kullandığı tüm araç gereçlerin, silahların, tankların, uçakların ve bunların cephanelerinin ABD yapımı ve dolaylı olarak ABD’ye bağlı olması nedeni ile söz konusu ambargo TSK’yı adeta çökme noktasına getirmişti. Başkan Gerald Ford’un onayladığı bu karar, 3 yıl sonra Jimmy Carter tarafından kaldırıldı. Kaldırılma nedeni Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin, İncirlik hariç, sınırları içindeki tüm Amerikan üslerini kontrol altına almasıydı.
ABD’nin bu ambargosu her ne kadar TSK’nın canını yakmış, hazinenin karaborsadan yedek parça almasına neden olmuşsa da, uzun vadede Türkiye’nin çıkarına oldu. Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun kendi silahını üreterek bağımsız olma yolunu seçmesinin temelini oluşturdu.
Tarih tekerrürden ibaret derler. Bugün yine aynı kişiler, (Bilirakis ve Menendez) yanlarına 25 senatör ile Temsilciler Meclisi üyesini alarak, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e Türkiye’nin İnsansız Hava Aracı endüstrisinin sonuçları hakkında bir rapor yayınlamasını isteyen bir mektup gönderdiler. Amaçları Türkiye’ye ambargo uygulatmak ve İHA üretimi ile dışsatımına takoz koymak.
Karabağ’daki Azerbaycan Ermenistan savaşında, Suriye ve Irak’ta PKK ve YPG’ye karşı ve Libya’da da Hafter güçlerine karşı Türk İHA’larının etkin, caydırıcı ve başarılı bir şekilde kullanılmış olması bu ambargo olayının esas nedenini ortaya koyuyor. Buna mukabil istiyorlar ki, Bayraktar’ın ürettiği İHA’larda kullanıldığını iddia ettikleri 10 farklı parçanın ABD’de veya ABD’li şirketler tarafından başka bir ülkede üretilmiş olmaları nedeni Türkiye’ye ambargo uygulansın ve Türkiye, böylesine savaş teknolojilerini radikalce değiştirmiş olan İHA üretiminden zorla vazgeçirilsin!
Gerçekte ABD’nin ve İsrail’in bütün korkusu, Türkiye, Pakistan ve Rusya tarafından savaş İHA’larının ortak üretimi anlaşmasının yapılmış olması ve İHA üstünlüğünün ellerinden kayıp gitmesi. Pentagon bu konuda çok geç kalındığının farkında. Bu nedenle de ekonomik ambargo dahil her tür kısıtlamanın Türkiye’ye uygulanmasını destekliyor.
Söz konusu Helen kökenli Senatör ve Temsilciler Meclisi üyelerinin ortaklaşa ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e gönderdikleri mektubun giriş bölümü ise bana göre çok ilgi çekici ve önemli bilgileri ifşa ediyor.
Giriş bölümünün -benim İngilizceme göre- çevirisi aynen şu şekilde. “Dünyanın birçok bölgesini istikrarsızlaştıran ve ABD’nin çıkarlarını, müttefiklerini ve ortaklarını tehdit eden Türkiye’nin, Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) programı konusundaki endişelerimizi ifade etmek için yazıyoruz.”
Bana göre bu giriş bölümü, Helen kökenli Senatör ve Temsilciler Meclisi üyelerinin, daha doğrusu Yunanistan’ın ve İsrail’in bütün endişelerini ortaya koymakta.
Belli bir süreç sonra bu mektup doğrultusunda Kongre tarafından Türkiye’ye ambargo konması kararı alınırsa, imzalayacak kişi de Başkan Joe Biden. 1975 ABD ambargosunun 3 yaratıcısından biri olan Biden… Bence kesin imzalar imzalamasına da Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını da öğrenir cevap olarak…
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
4.
Taliban servetin üstüne kondu! Türkiye, Rusya ve Çin güç boşluğu dolduracak
Taliban’ın Afganistan’ın büyük bir bölümünde kontrolü ele almasının ardından tüm gözler ülkenin zengin yer altı kaynaklarına çevrildi. Kaynakların değerinin 1-3 trilyon dolar arasında olduğu belirtilirken, Türkiye’de harekete geçti.
Pentagon’un 2010 yılındaki bir toplantı tutanağında “Nadir minerallerin Suudi Arabistan’ı” olarak nitelendirilen Afganistan, doğal gaz, petrol, kömür, bakır, gümüş, altın, kobalt, kükürt, kurşun, çinko, demir cevheri, tuz, nadir toprak elementleri, değerli ve yarı değerli taş yataklarıyla dünyanın en zengin mineral rezervlerine sahip bulunuyor.
ABD Jeolojik Araştırmalar Enstitüsüne göre, Afganistan’ın Badahşan, Tahar, Zerekşan, Ketevaz, Kundalan ve Çayıkayı dağlık bölgelerinde önemli altın rezervleri bulunuyor. Ülkedeki bakır rezervlerinin yoğun olduğu bölgeler de Belhab, Zerekşan, Kundalan, Düser-Şida, Mes Ayna ve Çayıkayı dağlık bölgesi olarak sıralanıyor. Ayrıca Nuristan ilinde de önemli lityum rezervi yer alıyor.
Öte yandan Özbekistan sınırındaki Kunduz, Cevizcan ve İran sınırındaki Herat illerinde de önemli gaz ve petrol yatakları bulunuyor.
The Diplomat dergisinde geçen yıl yayımlanan bir makaleye göre, Afganistan’daki minerallerin ve nadir toprak elementlerinin değerinin 1-3 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor.
Ülkedeki istikrarsızlık, erişilmesi güç dağlık arazi yapısı, yetersiz altyapı ve ulaşım ağı, bu kaynakların çıkarılmasının önündeki engeller olarak sıralanıyor.
ÇİN AFGANİSTAN’DAKİ AĞIRLIĞINI YENİDEN ARTIRABİLİR
Taliban‘ın kontrolü ele almasıyla daha önce istikrarsızlık ve güvenlik endişeleri nedeniyle ülkede yatırımlarına ara veren Çinli şirketler de yeniden bölgeye dönmeyi planlıyor.
ABD’nin 20 yıllık işgaline son vermesi ve Taliban’ın Afganistan’ın başkenti Kabil’e hakim olmasından sadece birkaç saat sonra, Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying, “Afganistan’da barışın yeniden sağlanması ve ülkenin yeniden inşası” için gerekli adımları atmaya hazır olduklarını ifade etmişti.
Çin, 2007’de Afganistan’ın Mes Ayna bölgesindeki bakır madenine özel erişim sağlamak için Afgan hükümetiyle milyarlarca dolarlık anlaşma imzalamıştı.
China Metallurgical, 2008 yılında Jiangxi Copper ile birlikte söz konusu bölgedeki madenin 30 yıl işletme hakkını 2,9 milyar dolarlık ihaleyle kazanmıştı. Anlaşma kapsamında, çıkarılan bakırı Afganistan’daki Mezar-ı Şerif’e ve Özbekistan’ın demir yolu ağı aracılığıyla Pekin’e taşımak için yeni bir demir yolu ağı inşa edilmesi planlanıyordu ancak proje hayata geçirilemedi.
AFGANİSTAN’DAKİ MADEN REZERVLERİ YATIRIM İÇİN ÇEKİCİ UNSUR
Viyana Enerji Araştırma Grubu Kurucusu Fereydoun Barkeshli, AA muhabirine yaptığı açıklamada, lityum dahil ülkenin sahip olduğu önemli maden rezervlerinin herhangi bir ülkeyi bölgeye çekmek için yeterli olduğunu söyledi.
Afganistan’daki nadir ve stratejik maden kaynaklarının varlığının yeni ortaya çıkan bir konu olmadığını belirten Barkeshli, “Söz konusu maden rezervleri ABD’nin ülkeyi ilk işgal ettiğinde gündeme gelmişti. ABD ülkeden çekildi ancak Çin, Rusya, Türkiye, Hindistan gibi bölgede yükselen güçler, boşluğu doldurmak için ciddi rakipler olarak öne çıkabilir. Ayrıca, Taliban 20 yıl öncesine göre daha iyi bir Afganistan devraldı.” değerlendirmesinde bulundu.
Barkeshli, Dünya Bankası tarafından yapılan çalışmalara göre, 2000-2017 döneminde Afganistan’da kişi başına düşen milli gelirin 1190 dolardan 2 bin 34 dolara, elektriğe erişimin yüzde 22’den yüzde 98’e, ortalama yaşam süresinin 56’dan 65’e, internete erişimin sıfırdan yüzde 11,5’e, okuma yazma oranın ise yüzde 23’ten yüzde 48’e yükseldiğini aktardı.
TÜRKMENİSTAN-AFGANİSTAN-PAKİSTAN-HİNDİSTAN DOĞAL GAZ BORU HATTI
Barkeshli, yapımına 2015 yılı sonlarında başlanan ve Türkmenistan doğal gazını Afganistan üzerinden Pakistan ve Hindistan’a taşıyacak Türkmenistan-Afganistan-Pakistan-Hindistan (TAPI) doğal gaz boru hattı projesinin fizibilite çalışmalarının Asya Kalkınma Bankası tarafından yapıldığını anlattı.
Bu hatla Türkmenistan’dan Afganistan’a ve ardından Pakistan ve Hindistan’a 1814 kilometrelik ve 56 inçlik boru hattı üzerinden yılda 33 milyar metreküp gazı taşınmasının planlandığını dile getiren Barkeshli, “ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesiyle Afganistan’daki siyasi durum keskin bir şekilde değişti. Taliban şimdi tekrar Kabil’de. TAPI’nın yakın bir gelecekte olmasa da hayata geçirilmesi ihtimali yeniden gündeme gelebilir.” değerlendirmesinde bulundu.
Afganistan Laboratuvarı
.
- GİRİŞ24.08.2021 08:15
- GÜNCELLEME24.08.2021 08:15
Taliban geldi, ABD çekildi, peki şimdi ne olacak?
Bütün dünya bu soruya yanıt arıyor.
Batı için bazı ülkeler, laboratuvardır.
Lübnan gibi mesela.
Stratejik açıdan çok önemli ama fakir bir ülke.
Yıllardır deneyler yapılır.
İç savaş, iç çatışmalar, mezhep kavgaları, onlarca farklı etnik grup arasında sık sık tetiklenen ayrışmalar, terör örgütleri, ekonomik krizler, siyasi krizler, Beyrut patlaması gibi hala ne olduğu tam olarak anlaşılamayan olaylar yaşanır, bu ülkelerde.
Afganistan da stratejik açıdan tüm dünya için çok önemlidir, Doğu ile Batı arasındaki ticaret güzergahının kilit noktasıdır, ABD, Rusya, Çin, İngiltere başta olmak üzere onlarca ülke için anlamı vardır.
Afganistan aynı zamanda bir laboratuvardır.
İç savaşlar, işgal, çatışmalar, siyasi krizler, terör örgütleri vs.
40 yıldır böyledir, Afganistan.
ABD’nin 20 yıllık işgal sürecinde Afganistan’ın nasıl laboratuvar olarak kullanıldığına dair iki somut örnek mevcuttur.
Biri Avustralyalı askerlerin, Afganistan’da işledikleri korkunç bir katliam.
Avustralyalı askerler esir aldıkları 39 sivili katlettiler.
Skandal ortaya çıktı, askerler ve komutanları kendilerini savundu, denildi ki, “bu askerler acemiydi, kan görmeye dayanamıyorlardı, 39 kişiyi acemiliklerini üzerlerinden atabilsinler, kan görmeye alışsınlar diye öldürdüler”.
Avustralya ordusunun resmi açıklamasıydı bu, yani insanların kobay olarak kullanıldığı bir deneyin, resmi olarak itirafı.
2008’de İsveç de yeni geliştirdiği savaş uçaklarının bombardıman kapasitesini ölçebilmek için Afganistan sahasını deney alanı olarak kullanmaya kalktı.
Bu skandal da Wikileaks kayıtlarında ortaya çıktı.
ABD 20 yıllık işgal sürecinde 83 milyar dolarlık silah verdi, Afganistan’a.
ABD çekildi, şimdi soruluyor, o silahlar ne olacak, diye?
Öncelikle ABD o silahların parasını uyuşturucu ya da diğer kaçakçılık yöntemleriyle elde edilen gelirlerden fazlasıyla almıştır, Afganistan yönetiminden. Ondan şüphe yok.
Yani ABD’nin para kaybı söz konusu değil.
Peki o silahlar Afgan ordusuna satılmıştı, şimdi o ordu yok, silahlar ne olacak?
Taliban, silahların bir kısmını ele geçirdi.
Hatta ABD silahlarıyla geçit törenleri bile yaptı.
Geri kalanları da ya Taliban veya başka örgütler ele geçirecektir, yakında görürüz.
Bir yerde başı boş halde ABD silahı varsa, onlar mutlaka yerini bulur.
Afganistan’ı yıllardır laboratuvar olarak kullanan güçler, bıraktıkları silahların da kimlerin eline geçeceğini ve o silahlarla neler yapılacağını, hesaplamamış, olamazlar.
Afganistan’da neler oluyor, sorusunun yanıtını tam olarak kimse bilmiyor.
Ama 20 yıllık filme bir ara verildiği kesin.
Şu an kartlar yeniden karılıyor, o süreci yaşıyoruz.
Sonra filmin ikinci perdesini izleyeceğiz.
Belki bir iç savaşla, belki yeni terör örgütleriyle yürütülen bölgesel vekalet savaşlarıyla.
Bir şeyler mutlaka olacak.
Afganistan ABD’nin “bizden bu kadar” deyip, arkasına bakmadan çekip, gideceği ve dahası Çin, Rusya ve İran’ın kucağına bırakacağı bir yer değil.
5.
Podcast: David Horowitz on ‘The Enemy Within’
How a totalitarian movement is destroying America.
Freedom Center founder David Horowitz appeared recently on the England-based Hearts of Oak podcast to discuss the vital message of his most recent bestseller, The Enemy Within: How a Totalitarian Movement Is Destroying America. The fall of Kabul at the hands of the Biden administration makes the interview — and the book — all the more urgent.
Don’t miss it!
Küfürbaz Generaller Paşa Paşa Geziyor
.
- GİRİŞ25.08.2021 11:31
- GÜNCELLEME25.08.2021 13:18
Dile kolay geliyor lakin 28 Şubat’ın darbeci generalleri tam 24 yıl sonra hapse girdi. Bu uğurda büyük mücadeleler verildi. Allah’a şükürler olsun ki; Rabbim bu mücadelede bizlere küçük de olsa bir muvaffakiyet nasip etti. Fakat bu hukuk zaferi yeterli değildir.
Çünkü 28 Şubat’ın çirkin generallerinin açmış olduğu yaralar henüz kapanmış değildir. Hala yaralarımız kanamaya devam etmektedir. Zira 28 Şubat darbesinde sadece 14 general hapse girmiştir. Bankaların hortumlanıp zararlarını bu fakir millete ödeterek devletin malını çalanlar ve darbede rol alan diğer bazı generaller hala içimizde “paşa paşa gezmekte” orduevlerinde rakılarını içip keyiflerine devam etmektedirler.
Eğer mesele rütbeleri sökülüp hapse atılan bu 14 general ile kapatılmaya çalışılırsa çok iyi bilinmelidir ki; yaralarımız kanamaya devam edecektir. Özellikle halkın oyları ile seçilmiş bir Başbakan’a “pe….nk” diyerek çirkin söz ve küfürler savuran üstelik bu tutumundan dolayı rütbesi tuğgenerallikten tümgeneralliğe terfi eden Osman Özbek gibi kişilerin aramızda gezmesi beni son derece rahatsız etmektedir.
28 Şubat’ın destekleyicisi devrin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu küfürbaz generalin görevden alınması için talepte bulunulduğu bir zamanda “Bu bir boşalmadır” diyerek faşist generale karşı; o kafadakileri daha da azdıran çirkin bir tutum sergilemişti.
Bu iğrençliği “Başörtülüler Arabistan’a gitsin” diyecek kadar ileri seviyelere götüren Demirel’den güç alan sözde gazeteci Fatih Altaylı, başörtülü kızlar için “fahişe” diyecek kadar alçalmıştı.
Demirel öldü. Bu nedenle onunla hesabımız ruz-i mahşere kaldı. Lakin Altaylı bu sözleri sayesinde yükseltildiği makamın keyfini sürmeye hala devam ediyor. Gerekli cezayı alana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz elbette.
Bu çirkin sözleri söyledikten sonra hala hiçbir şey olmamış gibi medya kurumlarında yönetici koltuğuna oturtan ve bu küfürbazların kulağını dahi çekmeyen medya patronlarına her ne söylense azdır. Milyonlarca kadına “fahişe” diyen kişiyi o koltukta oturtmak ve küstahlıklarına devam etmesini sağlamak söylenen küfür kelimesinden daha ağır bir suçtur. Eğer utanma ve hayâ duygusu bu medya patronlarında yoksa ben ne yapayım?
Haşir gününde “Keşke toprak olsaydık” diyecek bu insanlarla hesaplaşmayı şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü faşist darbecilere hizmet eden ve bu sayece kamu kurumlarında, siyasi partilerde, ekonomi dünyasında ve medya şirketlerinde hak etmedikleri noktalara ulaşan binlerce insan vardır. Bu darbeci generallere çanak yalayıcılığı yapanlarla hesabımız henüz bitmemiştir. Elde ettikleri haram paralarla keyif süren bu darbe tahrikçilerine hadlerini bildirmek her onurlu Türk vatandaşının bir görevidir.
Bir gazeteci olarak bu darbeci generallerle mücadele ederken bir başka üzücü noktayı hatırlatmakta yarar görüyorum. İP Genel Başkanı Meral Akşener, 28 Şubat Kararnamesinin imzalandığı dönemde İçişleri Bakanı olarak görev yapıyordu.
İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan’ın yemin ederek bizzat Bakan Akşener’e ilettiği bir başka iğrenç skandal meydana gelmişti. Bir kadın İçişleri Bakanı hakkında “ileri geri konuşmasın, geldiğimizde İçişleri Bakanlığı önüne koyduğumuz bir yağlı kazığa kendisini oturturuz” diyen emekli Orgeneral Çetin Saner hakkında hala hiçbir ceza verilmemiştir.
Türkiye’nin demokrasi tarihinde iğrenç bir leke olarak geçen bu sözlere karşılık bir partinin genel başkanı koltuğunda oturan Akşener, Çetin Saner hakkında şikâyetçi dahi olmamıştır. Başbakan Tansu Çiller, bu iğrenç durumu Osman Özbek’te olduğu gibi yine Demirel’e iletmiş fakat 28 Şubat’ın destekçisi bu kişi, olayı yine örtbas etmişti.
Devletin en önemli koltuklarını işgal ettikleri halde faşist darbecilere karşı çıkmayan veya koyamayan bu kifayetsiz siyasetçilerin olayları örtbas etmeye çalışması hukuk devletinde kabul edilemez bir durumdur.
Sözün muhatabı olan kişi şikâyetçi olup dava açmasa bile ilgili savcılıkların harekete geçip olaya el koyarak Türk siyasi tarihine “kara leke” olarak geçen bu kişileri cezalandırmış olması gereklidir.
Osman Özbek, Çetin Saner ve Fatih Altaylı gibi küfürbazların bu vatanda hiçbir suçları yokmuşcasına serbestçe gezmeleri, haklarında bir dava bile açılmamış olması bana ağır gelmektedir. İşte benim gibi düşünen milyonlarca vatandaşın kanayan yarasını tedavi etmek görevi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a düşmektedir.
Ülkemizi medeni milletler arasında küçük duruma sokan ve ceza almadıkları gibi üstelik terfi ettirilen bu darbeciler hakkında gerekli adli işlemlerin başlatılması gereklidir. Eğer Adalet Bakanı bu çok önemli görevi yapamazsa, sorumlu kişi yine Erdoğan’dır. Zira görevini en iyi şekilde yapacak kişileri bulup o koltuğa oturtma işi bizzat Cumhurbaşkanı’nın ödevlerindendir.
Adalet konusunda şu ana kadar yapılan icraatları beğenmiş olsam da yeterli görmüyorum. Örneklerini yukarıda verdim. Milletimizi aşağılayarak hakaret eden kişilere ceza verilmemesi ciddi bir hukuk sorunu olduğu gibi Türk siyasi tarihinde ağır bir lekedir. Bu lekeyi temizlemek için gerekli icraatlar konusunda Cumhurbaşkanına yardımcı olması gerekenler arasında yazar ve akademisyenlere de büyük görev düşmektedir, vesselam…
YENİAKİT
7.
Devlet ve yeni güvenlik riskleri
.
- GİRİŞ26.08.2021 11:17
- GÜNCELLEME26.08.2021 11:23
Görünen o ki, önümüzdeki yıllarda iklim değişikliği kaynaklı doğal afetler hız kesmeden devam edecek. Yaklaşık iki yıldan bu yana tüm devlet mekanizması, durup dinlenmeksizin bu doğal afetlerin tesirinin ortadan kaldırılması ile alakalı cansiparane bir gayret içinde.
Peki bu gayret ve çaba nereye kadar bu şekilde devam edebilir?
Bu konuda ileriye dönük hangi tedbirler alınabilir?
Acaba ‘Zorunlu Deprem Sigortası’ diye bilinen DASK’ın kapsamında bir genişleme yapılamaz mı?
DASK
DASK kurulduğu 27 Eylül 2000 tarihinden bu yana çok büyük atılımlar gerçekleştirerek bugünlere kadar geldi. 2020 yılı itibarıyla doğal afet sigortalar kurumu olarak DASK’ın toplam hasar ödeme gücü, kurum fonları ve reasürans kapasitesi ile beraber 40 milyar TL civarına ulaşmış durumdadır.
Maddi kapasitesinin dışında DASK, artık ulusal adres veri tabanı (UAVT) ile uyumlu çalışabilen ve tapu kayıtları ile sistem entegrasyonunu tamamlamış bir organizasyon. Ayrıca doğal afetlerde son derece önemli olan harita tabanlı afet destek yapısını da hâlihazırda oluşturmuş bir kurum.
Hoş, hâlâ oturulan konutların sadece yaklaşık 10 milyonunun DASK kapsamında olduğu dikkate alındığında, tehlikenin boyutunu çok net görebiliyoruz. Toplum olarak afetler başa geldiğinde devletin yanımızda olduğunu görmek, vatandaşlar olarak elbette hepimizin hakkı. Lakin bu konular artık devletlerin kaldırabileceği boyutun dışına taşmakta.
DASK kapsamındaki 10 milyon civarındaki sigortalı konutun, bölgelere göre dağılımına baktığımızda karşımızda ürküten bir tablo var.
Marmara Bölgesi’ndeki 6 milyon konutun %32’si sigorta kapsamı dışında. Yine bu bölgenin ve Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul’daki 3.682.000 konutun yaklaşık %33’ü sigorta kapsamı dışında. Olası bir büyük depremde, İstanbul’da 1.215.000 civarında konutun deprem sigortasının olmaması nasıl büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun en önemli göstergesi.
Ege Bölgesi’ndeki 2.600.000 civarındaki konutun yaklaşık %44’ü keza yine sigorta kapsamı dışında. Bu bölgenin en büyük şehri İzmir’deki 1.120.000 konuttan yaklaşık 436.000 adedinin sigorta kapsamı dışında olması ne ile izah edilebilir?
Deprem bölgesinde yer alan Doğu Anadolu’daki 780.000 konutun, maalesef 390.000 adedi sigorta kapsamı dışında.
Rakamlar bu şekilde.
Yaşanılan felaketler bizlere sigortalı olma hâlimizin çok daha artmasının elzem olduğunu âdeta haykırmakta.
Tam da bu yüzden tarımdan araçlarımıza, konutlarımızdan kullandığımız aletlere kadar hemen her konunun sigorta kapsamında olması için uygun zeminin olması, çok ama çok değerli. Lakin burada DASK kapsamındaki sigortalılık hâlinin, sadece depremler ile sınırlandırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer bilim insanlarının ortaya koyduğu gibi seller, taşkınlar ve yangınlar bu şekilde tüm dünyayı etkisi altına almaya devam edecek ise, oluşan hasarın tazmin edilmesi sadece devletin çabaları ile onarılamayacak kadar büyük boyutlarda olacağı aşikârdır.
Burada uygulamaya sokulacak politika sadece hükûmetlerin görevi olmamalı, aynı zamanda muhalefet partilerinin de destek vermesi elzem olan bir husus olmalıdır. Şayet burada uygulamaya koyulacak zorunlu uygulamalar, popülist söylemlere kurban edilirse, korkarım ki Türkiye olarak önümüzdeki süreçlerde büyük ekonomik ve sosyal sıkıntılar içinde olabiliriz.
Çakma Oktoberfest yerli Teknofest’e karşı
Malumunuz bu ülkede 2018 yılından bu yana havacılık, uzay ve teknoloji temalı TEKNOFEST adı altında bir organizasyon düzenleniyor. Bu çerçevede gençler; havacılık, uzay ve teknoloji konusunda özendirilerek hünerlerini sergiliyor. Sadece 2020 yılında 100 binden fazla gencin 20.000 takım hâlinde ve 21 farklı alanda yarıştığı bu organizasyon, aynı zamanda parlak beyinlerin ülke teknolojisine uyarlanmasında son derece önemli bir görev ifa ediyor.
Teknofest konusunda inşallah daha kapsamlı bir yazıyı sizlerle eylül ayı içerisinde kaleme almayı murad ediyorum. Lakin Türkiye’nin bu alanda ortaya koyduğu çabalar birilerini rahatsız ettiği için, T3 Vakfı uzunca bir süredir bir iftira ve itibarsızlaştırma kampanyası ile karşı karşıya.
Önce bir vekilin seçim sırasında ortaya attığı iftiralar ile konu gündeme getirildi. İBB’nin, T3 Vakfına milyarlarca lira aktardığı yalanını ortaya attı. Yalan diyorum, zira bu iftiralar üzerine açılan birçok dava, bunların alçak birer iftira olduğunu tüm çıplaklığı ile ortaya koydu. (*)
Şimdi de BirGün isimli gazete üzerinden, 72 paydaşı olan, 200 bin gencimizin başvurduğu bir organizasyon olan Teknofest’e, sanki bir şahsın şirketi imiş gibi yalan ve iftiralar ile saldırıyorlar.
Saldırıyorlar, çünkü bu gençlerin ürettiği savunma sanayii teknolojileri teröristleri girdikleri inlerinde paçavraya döndürdüğünde açın bu gazetenin manşet ve haberlerine göz atın…
O zaman ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Yoksa belediye bütçesinden Antalya’da çakma Oktoberfest düzenleyen, kamu kaynakları dâhil önemli miktarda bir bütçeyi gençleri alkole özendirmek maksadıyla kullanan belediyeye, tek kelime ettiklerini duyanınız var mı?
Tam da bu yüzden ısrarla Teknofest ve benzeri oluşumların destekçisi olmaya, yalanlar üzerine kurulan algılar ile mücadele etmeye devam etmek zorundayız. Aksi takdirde, dün yine bu gazetede sevgili Fuat Uğur tarafından kaleme alınan (**) geçmiş tekerrür edecek.
Emin olabilirsiniz…
Türkiye Gazetesi
8.
Cihat Yaycı: ‘Türkiye PKK’ya, nereye kaçarsanız kaçın sizi bulur yok ederiz mesajı verdi’
TSK ve MİT’in 200 kilometre derinliğe girerek gerçekleştirdiği son “Asos Operasyonu”nu Haber7’ye değerlendiren Cihat Yaycı, Türkiye’nin PKK’ya, “Siz nereye kaçarsanız kaçın biz sizi orada bulur yok ederiz” mesajı verdiğini kaydetti.
Haber7 / Gamze TÜRK
Milli Savunma Bakanlığı, 20 uçağın katılımıyla PKK‘ya ağır darbe vurulduğunu açıkladı. Irak’ın kuzeyindeki Asos bölgesinde teröristler tarafından barınak, sığınak, mühimmat deposu ve sözde karargah olarak kullanılan 28 hedefin hava harekatıyla imha edildi. Büyük oranda yerli ve milli mühimmat kullanılan hava harekatıyla terör örgütünün bölgedeki varlığına ağır darbe vuruldu.
TERÖRİST ELEBAŞISI ÖLDÜRÜLDÜ
Nefes kesen operasyonda saniye saniye takip edilen PKK/YPG’nin Suriye sorumlularından İran uyruklu Renas Roj kod adlı Selahaddin Şahabi, araç içerisinde hareket halindeyken SİHA tarafından nokta operasyonla öldürüldü. Edinilen bilgiye göre; Selahaddin Şahabi adlı terörist Afrin’de şehit edilen 11 askerimizin katiliydi.
“NEREYE KAÇARSANIZ KAÇIN SİZİ BULURUZ” MESAJI
Müstafi Tümamiral Doç. Dr. Cihat Yaycı da Haber7 muhabiri Gamze Türk’ün operasyon ile alakalı sorularını yanıtladı.
TSK ve MİT’in ortak operasyonuyla, kanlı terör örgütü PKK’nın üs bölgesi olarak adlandırdığı 200 km derinlikteki Asos’ta çok sayıda hedefin imha edildiği operasyonu nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Öncelikle bu operasyonu icra eden ve koordine içerisinde hareket eden MİT ile TSK’nın kahraman mensuplarını kutluyorum. Bu operasyon çok anlamlı bir operasyondur. 200 km derinlikteki hedefleri nokta atışıyla vurmak, sivilleri onun dışında tutmak ve en az 28 tane hedefi yok ederek hem terörist üslerini hem teröristleri vurmak büyük bir başarıdır. Bunun çok ince bir çalışmanın ürünü olduğunu söylemek gerekir. Şahısları ve hedefleri tespit edebilmek çok büyük bir başarıdır. MİT’in sınır ötesinde çok kapsamlı bir istihbarat ağının bulunduğunu görüyoruz. MİT’in kanlı terör örgütü PKK’nın ciğerini bildiğini ve TSK’nın da ciğerini söktüğünü söyleyebiliriz. Bu bizim devletimizin gücünün bir göstergesidir.
“BU OPERASYONUN ÇOK ÖNEMLİ BİR MESAJI VARDI”
Diğer yandan İHA ve SİHA’larımızın da ne kadar etkili olduğunu gördük. Bu operasyonun çok önemli bir mesajı daha vardı. Hiçbir zayiat vermeden karşı tarafa yani terörist örgüte ağır zayiatlar veren bir harekattan bahsediyoruz. Allah’a çok şükür Türkiye Cumhuriyeti son derece güçlüdür ve sınırlarının ötesinde terör örgütünü bertaraf edebilecek güçtedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde terör örgütünün varlık gösterebilme imkanı kalmamıştır. Birtakım sabotajlar yapma, suikastlar yapma gibi faaliyetler terör örgütünün olabilir ama toplu bir faaliyeti olamamaktadır. TSK ve MİT birlikte şu mesajı vermiştir, ‘Siz nereye kaçarsanız kaçın biz sizi orada bulur yok ederiz.’ Yani bulundukları yerde tespit, bulundukları yerde imha edildiğinin çok önemli bir göstergesi.
“BU OPERASYONLA KOMŞU ÜLKELERE DE MESAJ VERİLDİ”
Asos bölgesi Süleymaniye’nin kuzey doğusunda İran sınırına yakın PKK’nın İran kolunun üslendiği bir bölge. Bu bölgeye Kandil’e, Metina’ya, Sincar’a, TSK ve MİT’in düzenlediği harekatlar neticesinde örgütün elebaşları kaçmışlardır. Orada üslenmeye çalışmışlardır ama ‘siz burada da üslenemezsiniz’ diye devletimiz mesajını vermiştir. Aynı zamanda komşu ülkelere de mesaj verilmiştir. Her kim buna destek olursa olsun biz buna göz yummayız denmiştir.“
“TÜRKİYE’NİN İNEMEYECEĞİ, GİREMEYECEĞİ DERİNLİK YOKTUR”
Terör örgütü lideri Karayılan’ın “Türkiye asla bu kadar derinliğe giremez” sözüne bu harekat cevap olmuştur değil mi?
“Çok güzel bir cevap oldu. Türkiye’nin inemeyeceği, giremeyeceği derinlik yoktur. Onlar kendilerine kaçacak delik aramışlardır. Onlara şu soruyu sormak lazım. ‘Siz niye oralara gittiniz? TSK eğer o derinliklere inemiyorsa siz niye indiği derinliklerden başka derinliklere kaçıyorsunuz?’ Şimdi başka yerlere kaçacaklar. Bu terörist başının söylediği söze karşılık şu söz söylenebilir, ‘Kül yutmam derken mangal boyunlarında dolaşıyorlar!’ Biz kül yutmayız derken Türkiye Cumhuriyeti mangalı boyunlarına asmış onların.”
9.
Baykar’dan Bayraktar AKINCI TİHA duyurusu!
Baykar, Twitter hesabından bir video yayınlayarak 29 Ağustos tarihinde Bayraktar Akıncı TİHA’nın güvenlik güçlerine teslim edileceğini duyurdu.
Baykar’dan yapılan açıklamada, ‘Bayraktar AKINCI yuvadan uçmaya hazırlanıyor.. Semalarımızın yılmaz bekçisi olacak Bayraktar #AKINCI TİHA‘nın güvenlik güçlerimize teslim edilmesine SON 3 GÜN!” denildi.
SELÇUK BAYRAKTAR: ASKERE UĞURLUYORUZ
Baykar Savunma Teknoloji Lideri Selçuk Bayraktar da yaptığı açıklamada, ” Önce emekledi, sonra yürüdü… Derken koştu, ardından uçtu… Gün geçti büyüdü… Şimdi de kınasını yaktık, vatan görevi için askere uğurluyoruz…” ifadelerine yer verdi.
10.
Θεσσαλονίκη: Αυτός είναι ο κατηγορούμενος τρομοκράτης που λήστεψε την τράπεζα στο Ρετζίκι
Ο δράστης που συνελήφθη στις 9 Αυγούστου είναι ο Χατζηβασιλειάδης Δημήτριος του Βίκτωρα και της Νίκης, γεννηθείς το 1973 στην Αθήνα
Στη δημοσιότητα δίνονται κατόπιν σχετικής Διάταξης της Εισαγγελίας Πρωτοδικών Θεσσαλονίκης, τα στοιχεία ταυτότητας και οι φωτογραφίες 48χρονου ημεδαπού, ο οποίος συνελήφθη στις 09-08-2021 από αστυνομικούς της Ομάδας ΔΙ.ΑΣ. της Διεύθυνσης Άμεσης Δράσης Θεσσαλονίκης.
Πρόκειται για τον Χατζηβασιλειάδη Δημήτριο του Βίκτωρα και της Νίκης, γεν. το 1973 στην Αθήνα:
Η συγκεκριμένη δημοσιοποίηση, σύμφωνα με τη σχετική Εισαγγελική Διάταξη, αποσκοπεί στην προστασία του κοινωνικού συνόλου, των ανηλίκων, των ευάλωτων ή ανίσχυρων πληθυσμιακών ομάδων και προς ευχερέστερη πραγμάτωση της αξίωσης της Πολιτείας για τον κολασμό των εγκλημάτων που τελέστηκαν.
Στο πλαίσιο αυτό, παρακαλούνται οι πολίτες να επικοινωνούν με τους τηλεφωνικούς αριθμούς 2310-388320, 2310-388319 και 2310-388318 του Τμήματος Εγκλημάτων κατά Ιδιοκτησίας της Διεύθυνσης Ασφαλείας Θεσσαλονίκης, για την παροχή οποιασδήποτε σχετικής πληροφορίας. Σημειώνεται ότι διασφαλίζεται η ανωνυμία και το απόρρητο της επικοινωνίας. Επισημαίνεται ότι η συγκεκριμένη δημοσιοποίηση είναι χρονικής διάρκειας μέχρι 15-10-2021, σύμφωνα με την Εισαγγελική Διάταξη. Πέραν του χρονικού αυτού ορίου δεν επιτρέπεται και αντίκειται στο νόμο, η διατήρηση ή/και αναπαραγωγή της δημοσιοποίησης των παραπάνω στοιχείων.
Πως συνελήφθη ο καταζητούμενος τρομοκράτης
Με κινηματογραφικό τρόπο συνελήφθη στη Θεσσαλονίκη ο καταζητούμενος για συμμετοχή στην οργάνωση «Επαναστατική Αυτοάμυνα», Δημήτρης Χατζηβασιλειάδης.
Η Αντιτρομοκρατική γνώριζε οτι ο 48χρονος κρυβόταν στη Θεσσαλονίκη και μάλιστα το Σαββατοκύριακο που μας πέρασε, συνελήφθη ένα άτομο το οποίο έμοιαζε με τον Χατζηβασιλειάδη, καθώς κούτσαινε, για να αποδειχθει τελικά οτι ήταν ένας ληστής περιπτέρων!
Στις 9 Αυγούστου, είκοσι λεπτά πριν τις 2 το μεσημέρι, ο συλληφθείς με μοτοσικλέτα που είχε κλαπεί πριν μερικές ημέρες απο τη Θεσσαλονίκη, μετέβη στην τράπεζα Alpha Bank, στην περιοχή Ρετζίκι, κοντά στο νοσοκομείο Παπανικολάου, και οπλισμένος με ενα κοντόκανο καλάζνικοφ, ζήτησε τα χρήματα απο τα ταμεία.
Αφού άρπαξε 8.275 ευρώ, πήρε για ασφάλεια τον διευθυντή μέχρι να βγει έξω και δυο τετράγωνα πιο μακριά, εγκατέλειψε την κλεμμένη μοτοσικλέτα και έφυγε με ένα, επίσης κλεμμένο, απο το κέντρο της Θεσσαλονίκης Nissan Micra.
Αμέσως πήραν σήμα οι αστυνομικοί της ομάδας ΔΙ.ΑΣ και κατάφεραν να τον εντοπίσουν και να τον συλλάβουν. Ο 48χρονος φέρεται να έχει σακατεμένο το πόδι του απο τον αυτοτραυματισμό του με το καλάζνικοφ απο τη ληστεία σε πρακτορειο ΟΠΑΠ play, τον Οκτώβριο του 2019, ενώ φέρεται να έχει αλλάξει την εμφάνισή του, καθώς ξυρίστηκε για να μην αναγνωρίζεται απο τις αρχές. Στη έρευνα που έγινε, βρέθηκαν, επίσης 30 φυσίγγια και ασύρματος.
Ο Χατζηβασιλειάδης μεταφέρθηκε στα κεντρικά της Αντιτρομοκρατικής στην Αθήνα. Σε βάρος του, από την Υποδιεύθυνση Δίωξης Εγκλημάτων κατά Ζωής και Ιδιοκτησίας της Διεύθυνσης Ασφάλειας Θεσσαλονίκης, σχηματίστηκε δικογραφία για ληστεία, διακεκριμένες κλοπές και παραβάσεις της νομοθεσίας για τα όπλα.
11.
Report: Netanyahu didn’t trust Biden, slashed intelligence sharing between Israel and US
Days before the attack at the Natanz nuclear development center, Netanyahu reportedly ordered a reduction in intelligence sharing with the U.S.
By Lauren Marcus, World Israel News
Former prime minister Benjamin Netanyahu slashed intelligence sharing efforts between Israel’s security agencies and the United States government when President Joe Biden was sworn into office, according to a report from the New York Times on Thursday.
Before Biden was elected, Israel played a crucial role in keeping the CIA up to speed with Iran’s nuclear program, after the American agency lost a number of critical informants who were based in the Islamic country.
Because of Biden’s outspoken support for a return to the 2015 Iran nuclear deal, Netanyahu decided to cut down on sharing information with the U.S. about the Iranian program and Israel’s efforts to stymie it.
Just before a massive explosion at the Natanz nuclear development center in Iran, for which Israel never formally denied or took credit, Netanyahu reportedly ordered a reduction in the amount of intelligence shared with the American security establishment.
Senior Biden administration officials told the Times that the Natanz explosion had violated a status-quo agreement between the U.S. and Israel that the Jewish State would give American intelligence agencies a heads-up before taking such actions.
Current Israeli Prime Minister Naftali Bennett is spending the week in meetings with Biden and other American officials in Washington, and officials told the Times that a major goal for the trip was bridging the intelligence gap.
“The sharing of intelligence and operational activity between Israel and the United States is one of the most important subjects on the agenda for the meeting,” Maj. Gen. Aharon Zeevi Farkash, a former director of Israeli military intelligence, told the Times.
“Israel has developed unique capabilities for intelligence collection in a number of enemy countries, capabilities that the United States was not able to grow on its own and without which its national security would be vulnerable.”
However, before cooperation between the two nations can be fully restored, Bennett will likely need to determine if the Biden administration will be accepting of Israel’s covert actions, both in the region and in Iran, to mitigate the nuclear threat.
Citing the special relationship between the U.S. and Israel stretching back decades, former CIA official William Hurd expressed optimism that the countries could resume their previous levels of cooperation.
“You have people within both intelligence organizations that have had relationships for a very long time,” said Hurd.
“There is a closeness and an ability to potentially smooth out some of the problems that may manifest from the leaders.”
12.
Israeli leaders vow to ‘stand shoulder to shoulder with US against terrorism’ after Kabul attacks
By Tobias Siegal, World Israel News
Israeli leaders and lawmakers expressed their condolences over Thursday’s deadly double attack at the Kabul airport in Afghanistan that killed over 70 people, including 13 U.S. military personnel.
“On behalf of the people of Israel, I share our deep sadness over the loss of American lives in Kabul,” Prime Minister Naftali Bennett wrote.
“Israel stands with the United States in these difficult times, just as America has always stood with us. Our thoughts and prayers are with the people of the United States, he added.
Other Israeli officials noted the common threat of terrorism and the shared pain it brings with it.
“We stand shoulder to shoulder with the United States in the fight against terrorism,” Foreign Minister Yair Lapid wrote.
Lapid’s comments were echoed by those of Israel’s Ambassador to the U.S. and UN, Gilad Erdan, who said, “Israel embraces the brave American soldiers who gave their lives to save so much.”
Bennett, currently in Washington, was scheduled to meet President Joe Biden shortly after the attacks took place. The meeting was postponed and will take place on Friday evening instead, the the Prime Minister’s Office announced.
ISIS-K, the affiliate group of the Islamic State in Afghanistan and Pakistan, has claimed responsibility for the deadly attacks.
In a press conference on Thursday evening, Biden vowed to hunt down the terrorists behind the attacks.
“We will not forgive, we will not forget. We will hunt you down and make you pay,” he said. “I have also ordered my commanders to develop operational plans to strike ISIS-K assets, leadership and facilities. We will respond with force and precision at our time, at the place we choose and the moment of our choosing,” Biden said.
13.
Forty Years of Misunderstanding Islam
When will it be time to listen to what the jihadists tell us about their faith-based hostility and ambitions?
Bruce Thornton is a Shillman Journalism Fellow at the David Horowitz Freedom Center.
The debacle in Afghanistan is first and foremost the consequence of the Biden foreign policy team’s spectacular incompetence. Setting a date-certain withdrawal was in itself a blunder, signaling the Taliban that all they had to do was to keep telling us what we wanted to hear and then wait, but withdrawing troops and abandoning Bagram airbase before evacuating our citizens was willful stupidity. It left the Afghan army vulnerable, and ceded the skies to the enemy. So too was leaving behind billions in advanced armaments for the Taliban. There’s no question that Biden’s name will forever be linked to one of the worst military blunders in the postwar period.
But an older error set the stage for bad decisions that have empowered modern jihadism for forty years––the failure to understand the true nature of Islam as documented in 1400 years of practice and doctrine. As a result, we have pursued policies based on delusion and false paradigms.
The first mistake was our misreading of the 1978-79 Iranian Revolution and the kidnapping of our embassy staff in November 1979. Jimmy Carter’s feckless response followed the stale narrative of anti-colonial resistance to our Cold War self-interested disregard for aspirations to national self-determination, political freedom, and human rights. Our ally the Shah of Iran, despite Iran’s geostrategic and economic importance, fell victim to Carter’s naïve belief that “moral principles” and “idealism” were more significant than military readiness and a realist willingness to use force to protect our national interests and allies. Misled by that paradigm, Carter withheld support from the Shah, assuming that a secular coalition would replace him.
Locked in the paradigm of neo-imperialist resistance to movements of nationalist self-determination, Carter failed to understand the true origins of the Iranian Revolution. In reality, the revolution was a religious phenomenon, a response to the Shah’s modernization and secularization policies such as emancipating women and protecting minorities like Jews and Baha’is. The Ayatollah Khomeini, godfather of the revolution, made this motive clear in 1963 when he said the Shah’s regime was “fundamentally opposed to Islam itself and the existence of a religious class.”
Missing too from Carter’s thinking was the historical role of jihad in Islamic reform movements. Khomeini’s sermons and books, the latter dismissed by our security agencies, were clear on the religious obligation to create a political-social order based on Islam and Sharia law. And the means for achieving it was jihadist violence and martyrdom. After he took power in Iran, Khomeini articulated the violent nature of jihad: “Islam is a religion of blood for the infidels but a religion of guidance for other people.” And its goal is the global triumph of Islam: “We shall export our revolution to the whole world. Until the cry ‘There is no god but Allah’ resounds over the whole world, there will be jihad.” Such statements are consistent with Koranic verses such as “Slay the idolators wherever you find them,” or “Fight those who do not believe in Allah,” or “O you who believe! Fight those of the unbelievers who are near to you and let them find in you hardness,” or “Kill them wherever you find them.”
None of this historically venerable doctrine seemed to have penetrated the minds of our foreign policy experts. National self-determination and reforms to institute governments based on Western principles–– human rights, separation of church and state, confessional tolerance, and equal rights for women––became the goal of our involvement in the Muslim Middle East.
This belief became stronger and adopted a missionary zeal after the collapse of the Soviet Union, which was interpreted as a victory for the Western “rules based international order,” global free trade, liberal democracy, and human rights, all of which were presumed to be desired by all the world’s diverse peoples and cultures. This “new world order,” as George H.W. Bush called it, met its answer in the jihadist attacks on September 11, 2001, which culminated a decade of unanswered al Qaeda attacks on our military assets and personnel abroad.
George Bush Jr. responded by likewise promoting universal liberal democracy as the answer to the persistence of jihadism: “The United States must defend liberty and justice because these principles are right and true for all people everywhere. . . . America must stand firmly for the nonnegotiable demands of human dignity: the rule of law; limits on the absolute power of the state; free speech; freedom of worship; equal justice; respect for women; religious and ethnic tolerance; and respect for private property,” as he wrote in the National Security Strategy in 2002. In his second Inaugural speech, he reiterated this Wilsonian idealism, linking it to national security: “The survival of liberty in our land increasingly depends on the success of liberty in other lands. The best hope for peace in our world is the expansion of freedom in all the world.”
These naïve generalizations ignored or whitewashed the essential nature of Islam as seen in 14 centuries of doctrine and practice. The late-14th century writer Ibn Khaldun, one of the greatest Islamic historians and philosophers, wrote in the Muqaddimah, “In the Muslim community, the holy war is a religious duty, because of the universalism of the Muslim mission and the obligation to convert everybody to Islam either by persuasion or by force.” When we see Muslim groups like the Taliban, al Qaeda, the Islamic State, the mullahs of Iran, and others killing and dying in fealty to this traditional religious imperative, it is dangerous blindness for Western secularists to claim that there is no connection between Islam and jihadist terrorism.
Yet that’s what we’ve been doing going back to the Clinton administration, when his Secretary of State Madeleine Albright called Islam “a faith that honors consultation, cherishes peace, and has as one of its fundamental principles the inherent equality of all who embrace it.” Ask the frightened women of Afghanistan, desperate to escape the Taliban’s Sharia-based brutal practices, about the notions of “inherent equality.” Bill Clinton took the same tack when he praised Islam’s “deepest yearning of all––to live in peace,” a claim refuted by 14 centuries of Islamic invasion, occupation, plunder, and enslavement, all justified by the Koran, Hadiths, and Muslim jurisprudents and philosophers like Ibn Khaldun.
George W. Bush likewise indulged such ahistorical apologetics: Islam’s “teachings,” he proclaimed, “are good and peaceful, and those who commit evil in the name of Allah, blaspheme the name of Allah.” But what we call “evil” to pious Muslims like Khomeini or Osama bin Laden or the Taliban are sacred duties to fulfill the will of Allah that the whole world embrace Islam, the one true religion. It bespeaks Western arrogance to tell pious Muslims what their scriptures really mean.
With such a depth of historical ignorance, no wonder that Bush’s attempts to create a liberal democracy, with Western notions of individual rights, found Afghanistan barren soil; or that Barack Obama and now Joe Biden are anxious to cut a deal with a members of a faith that historically has seen such negotiations and treaties with infidels as temporary expedients to be violated or discarded when they have achieved their aim as commanded by Mohammed: to wage jihad “until the cry ‘There is no god but Allah’ resounds over the whole world.”
This feckless failure of imagination, this inability to see a different culture and faith in its own terms, rather than reshaping them by imposing our own, is an important factor in the disaster in Afghanistan: thousands of Americans now virtual hostages, billions in armaments in the hands of a sworn enemy, American prestige damaged for the benefit of Iran, Russia, and China, and NATO allies snubbed. And don’t forget the thousands of Afghans, many of whom wanted to reform their faith and reconcile it with modernity, but are now the targets of heinous retribution.
Understanding the truth of traditional Islam is not a condemnation of every one of the 1.6 billion Muslims. Millions and millions of them have no doubt managed to remain faithful without endorsing the sacralized violence of Islamic doctrine and practice. But we don’t know what proportion of the ummah, the global Muslim community, falls into that category. Our government’s primary responsibility is to protect our citizens’ security and interests, and that means our focus must remain on the Muslim traditionalists who are very clear about those beliefs that our leaders have been marginalizing as the a “hijacking” of the faith, or the “heresies” of a renegade minority.
After 20 years of failure in Afghanistan, perhaps it’s time to listen to what the jihadists tell us about their faith-based hostility and ambitions. Maybe then we can avoid the misguided idealism that has endangered our security and interests, and condemned thousands of Muslim reformers to a gruesome fate.
14.
AUG 27 2021
NATO AND ALLIED SPACE CHIEFS MEET FOR SPACE CONFERENCE
RAMSTEIN, Germany – Commanders from across the Alliance came together to share experience and discuss space issues at The Space Chiefs’ Conference and the Space Symposium held in Colorado, USA, August 23-26.
Major General Stoye, Chief of Staff of NATO’s Allied Air Command, took part as a representative from the Alliance to underline the importance of cooperation between nations and NATO in the Space Domain. The conference allowed Allied space chiefs to discuss a wide range of topics including collaboration, information sharing and interoperability.
The NATO Space Centre is already exchanging best practice, sharing training opportunities and pooling resources with Allied Space Forces, which will benefit the whole Alliance
“With the increasing capability of many NATO Allies in the Space Domain, working together is even more important,” said Major General Stoye whose Allied staff at Ramstein stood up the NATO Space Centre. “The NATO Space Centre is already exchanging best practice, sharing training opportunities and pooling resources with Allied Space Forces, which will benefit the whole Alliance,” he added.
Allied Commanders discuss Space matters during a panel discussion at the 36th Space Symposium held in Colorado, USA. Photo courtesy of The Space Foundation.
The Space Symposium brought together a diverse range of stakeholders in the Space domain both military and industry, working closely with commercial partners to help increase operational efficiencies.
The NATO Space Centre serves as the focal point for all operational NATO Space matters. Increasing dialogue between NATO and Allied Space Commands and industry aims to better enable the Alliance to integrate Space capabilities into missions and operations, meeting current and future threats.
Story by Allied Air Command Public Affairs Office
-/-